“…Mutlak ve muhit bir şeyin hududu ve nihayeti olmadığı için, ona bir şekil verilmez; ve üstüne bir suret ve bir taayyün vermek için hükmedilmez, mahiyeti ne olduğu anlaşılmaz.” (Bediüzzaman Said Nursi, Sözler)
Bu ifade, “Niçin Cenâb-ı Hakk’ın sıfât ve esmâsının marifeti enaniyete bağlıdır?” sorusunun cevabında yer alır.
Mutlak, ‘kayıtlı olmayan’ demektir. Bir yazıyı okutan boş kısımlardır. Bir mürekkebi sayfanın tamamını kaplayacak şekilde dökseniz ortada yazı kalmaz. Biz yazı yazarken mürekkebi kayıt altına alır, belli bir harfi yazdıktan sonra diğerine geçerken bir boşluk koyarız.
Keza bir şekli görüyorsak o şeklin dışında ayrı bir alan olduğu ve bakışlarımız o şeklin bütün sınırlarını içine aldığı içindir.
Deryadaki balığın her yönüyle suyla kaplı olması gibi bizim de her yanımız hava ile kaplı olduğu için havayı görmeyiz ve çoğu zaman onu hiç düşünmeyiz bile. Her yemekten sonra Rabbimize şükrettiğimiz halde, havaya şükür etmek pek aklımıza gelmez. Halbuki, hiçbir şey yemeden günlerce yaşamamız mümkün olduğu halde, havasız yaşamamız mümkün değildir.
Kulağımız belli frekansların arasındaki sesleri işitir. Çok yüksek frekanslı sesleri işitemeyiz. Yazıyı okutan boş kısımlar olduğu gibi, sesi işittiren de sessiz sahalardır. Her taraf sesle dolu olsaydı sesi bilemez ve işitemezdik.
Gözümüz sınırlı eşyayı gördüğü, kulağımız belli frekansları işittiği gibi, aklımız da ancak sınırlı hakikatleri bilebilir. Zira, sınırlı sonsuzu kavrayamaz ve anlayamaz.
“Meselâ, zulmetsiz, daimî bir ziya bilinmez ve hissedilmez. Ne vakit hakikî veya vehmî bir karanlıkla bir hat çekilse, o vakit bilinir.”
Hakikî karanlık denilince, öncelikle, gece akla gelir; hiç gece olmasaydı gündüzü bilemezdik.
Vehmî karanlığı şöyle düşünebiliriz: Gündüz ortasında pencerelerimizi kapadığımızda yahut gözlerimizi yumduğumuzda karanlıkla karşılaşmış oluruz. Bu vehmî karanlık da bize ışığın varlığını bildirir.
“İşte, Cenâb-ı Hakk’ın, ilim ve kudret, Hakîm ve Rahîm gibi sıfât ve esmâsı muhit, hudutsuz, şeriksiz olduğu için, onlara hükmedilmez ve ne oldukları bilinmez ve hissolunmaz.”
…
“Eşya zıddıyla bilinir.” derler. Zulmet (karanlık) olmadan ziyanın (ışığın) bilinmemesi gibi, birçok esmâ ve sıfat da birbirine zıt tecellilerle bilinir. Meselâ, hayatın verilmesiyle Muhyi ismi, ölümün verilmesiyle de Mümit ismi tecelli eder. Hiç ölüm olmasaydı hayat bilinmezdi, Muhyi isminin bütün canlıları ihata eden tecellileri de nazarlardan saklanırdı.
Aynı şekilde, hiçbir varlıkta görme sıfatı olmasaydı Basîr ismi, yine hiçbirinde işitme özelliği olmasaydı Semi’ ismi bilinemezdi.
“Öyle ise, hakikî nihayet ve hadleri olmadığından, farazî ve vehmî bir haddi çizmek lâzım geliyor. Onu da enaniyet yapar. Kendinde bir rububiyet-i mevhume, bir mâlikiyet, bir kudret, bir ilim tasavvur eder, bir had çizer…”
…
On Birinci Söz’de hayatın mahiyeti hakkındaki tariflerin birinde “hem şuûn ve sıfât-ı İlâhiyenin bir mikyası” buyurulur. İnsan, Cenâb-ı Hakk’ın sıfatlarını ve şuunatını tanıyabilecek bir istidada sahip kılınmıştır. Bu istidadını kullanabilmesi için kendisinde bulunan sıfatlara, hallere, kabiliyetlere vâkıf olmuş (bilmiş), daha sonra bunlara kıyas ile Allah’ın sıfat ve şuunatını bilmenin kapısını çalmıştır.
İşte yazının başındaki soruda geçen ‘enaniyet’ kelimesi insanın kendindeki bu özelliklere sahip çıkması demektir. Ve insan, onlarla farazî ve vehmî hadler çizerek Rabbinin sıfatlarını ve şuunatını bilme imkânına sahiptir. Elbetteki bu marifet iklimine girebilmesi için enaniyetini doğru kullanması, kendisinin kul ve kendindeki her şeyin emanet olduğunu unutmaması gerekir.
…
Önceki cümlede, bu farazî ve vehmî hadlere örnek olarak, dört mesele nazara verilmiştir: Kendinde bir “rububiyet-i mevhume, mâlikiyet, kudret ve ilim tasavvur ederek bir had çizmesi…”
Bunların dördü de mevhumdur. Yani hiçbiri insanın kendisine ait değildir.
İnsanın rububiyeti mevhumdur. Şöyle ki, insan bakırı terbiye ederek, meselâ, tencere yaptığında, “Ben bu madenden şu aleti yaptım, Cenâb-ı Hak ise elementlerden benim vücut binamı yapıyor.” der. Veya, insan bir eldiven dokuduğunda “Ben bu eldiveni dokuduğum gibi, Rabbim ise yediğim gıdalardan benim ellerimi dokuyor.” diye düşünür.
Daha sonra düşüncesini şöyle sürdürür: Dünya güneşten koptuğunda ne bakır vardı, ne pamuk. O ateş parçasını terbiye ederek bugünkü dünyamızı yaratan Allah, beni de terbiye etmiş ve ortaya koyduğum eserleri benim elimle yaratmıştır. Ben de arı gibi veya ağaç gibi bir sebep, bir vasıtayım. Arıyı bal verecek şekilde, ağacı meyve verecek şekilde terbiye eden Allah, bana da ilme ve sanata istidat (yetenek) verdi ve ben bu eserleri o istidat ile yapıyorum.
Böyle düşünmekle kendisinin mevhum rububiyetinden vaz geçer, kendisini de yaptığı eserlerini de Rabbü’l-Âlemin olan Allah’ın birer ihsanı bilir.
Malikiyetin (sahip olmanın) mevhum olması, insanın ne kendi varlığına ne de sair eşyaya gerçek anlamda sahip olmaması demektir. Yoksa ne mülk mevhumdur, ne de insan. Ama, mülke hakikî sahip olduğunu sanmak vehimdir. Şu var ki, hakikate de bu vehmî malikiyetin doğru değerlendirilmesiyle ulaşılır.
Malikiyetin mevhum olduğunu Hak şairi Yunus’umuz çok güzel dile getirir:
“Mal sahibi, mülk sahibi,
Hani bunun ilk sahibi.
Mal da yalan, mülk de yalan,
Var biraz da sen oyalan.”
Dünya yaratılalı beri var olan bir tarlaya her gelen “benim tarlam” demiş; ekmiş, biçmiş, mahsulünden istifada etmiş ve sonra bırakıp gitmiştir. O halde, o tarla kimsenin değil, ancak kâinatın ve dünyanın malikinin mülküdür.
İnsanın rububiyeti ve malikiyeti gibi, kudretini ve ilmini de kendi nefsine isnat etmesi bir vehimdir. Yoksa, bu sıfatlar mevhum değillerdir.
İnsan sonradan yaratıldığı gibi kudreti ve ilmi de sonradan verilmiştir. İnsan bu iki sıfat sayesinde dünyada çok işler görür, çok şeyler öğrenir. Sonunda ölümü tatmakla bunları gerilerde bırakarak, kabir âlemine ancak iman, marifet ve ibadetini götürür.
Bir botanik bilgini, hangi çiçekleri veya ağaçları incelemişse bu bilgisini kıyas unsuru yaparak şöyle düşünür: Ben bütün bitkiler âleminden sadece birkaçı hakkında bir şeyler biliyorum. Rabbim ise bütün bitkiler âlemini bilerek yaratmış ve onlarda ilmini, hikmetini ve kudretini birlikte tecelli ettirmiştir.
İnsanın kudreti de böyledir. İnsan, büyük bir taşı eline alıp kaldırdığında şöyle düşünmelidir: Ben bu taşı kuvvetimle kaldırdım, dünya da beni ve elimdeki taşı birlikte taşıyor ve döndürüyor. Bütün varlık âlemini kaplayan sayısız kuvvetlerin sahibi kim ise, benim kuvvetim ve kudretim de O’nun ihsanıdır. O kuvveti kendime mal ederek “Benim kudretim” demem ancak mevhum bir sahiplenmedir.