Nurları ilk tanıdığım yıllarda okuduğum yatılı okulda sağdan, soldan benimle çok uğraşıyor ve itiraz ediyorlardı. Ben de mukabelede zorlanınca gidip büyüklerimize fikir danışırdım. Onlar da bana İhlas Risalesi’nin başını okur: ‘Habib kardeş ihlasa dayanalım, dua edelim’ derlerdi. Ben de içimden ‘ihlasa dayanacağım da bu ihlas nedir ki dayanayım’ diye geçirirdim.
Hala ihlası anladığımı, kavrayabildiğimi zannetmiyorum. Çünkü anlaşılan, yaşanandır. Yaşayamayışım, anlayamadığımdandır. İhlasın belki yüz şubesi varsa bunlardan biri de ‘övüldüğünde de yerildiğinde de aynı tepkiyi göstermek ise’ şahsen bunun çok gerisinde olduğumu itiraf etmeliyim. Bir diğeri tefani ise (kardeşte fani olmak) bunda da nispetimizi test ettiğimde sınıfı geçer not aldığımı tam söyleyemem. Belki anlayamadığımı anlamam benim için bir merhale olabilir.
Yine o yıllarda İmam-ı Gazali’nin Abidler Yolu adlı eserini okuyordum. Takvayı o kadar güzel anlatıyordu ki takvayı elde edeceğim ama takva nedir ki elde edeyim diye tahayyürde kalmıştım. Ta ki 2. Lema’daki hastalık ve musibetlerin insanı Rabbine yöneltmesinin menfi ibadet olduğunu, Kastamonu Lahikası’nda takva mektubundaki içtinab-ı kebairin azim kazancının da bu menfi ibadetten gelen takva ile elde edebileceğinin izahını okuyana kadar. Yaşasın Üstad!
Çoğumuz, bir el kitabı da diyebileceğimiz ve ilk muhatabımıza çoğu zaman açıp okuduğumuz, bazen de hediye ettiğimiz Küçük Sözler’deki bahisleri defalarca okumuşuzdur. Sohbetlerde, derslerde muhataplarımıza izah etmeye çalışmışızdır. Defalarca altını çizerek okumama rağmen 5. Sözde geçen:
‘Kazan kaynatır; karavanayı yıkar, getirir. Ona sorulsa:
-Ne yapıyorsun?
-Devletin angaryasını çekiyorum, der. Demiyor: Nafakam için çalışıyorum’ diyaloğunu ve buradaki inceliği ve verdiği dersi bir türlü kavrayamamıştım.
Bu durum askere gidene kadar sürdü. Ne zaman ki askere gittim, erzak ve cihazat işlerinde çalıştım, kazan kaynatıp karavana yıkadım, o zaman 5. Sözdeki diyaloğun inceliğini ve verdiği dersi bir parça çözebildim.
İçinde bulunduğum manga nöbete gidince önümüze getirilen büyük butları parçalayıp patatesleri, soğanları soyarak aşçıya yardım ederdik. Yemek pişince de yemekleri büyük karavanalara doldurup yemekhaneye götürürdük. Karavanalar boşalınca da geri götürüp çeşmelerin önünde bir güzel yıkayarak nöbetimizi bitirir, asıl vazifemize dönerdik. İşte önemli olan da bu asıl vazifeydi. Ara sıra karşımıza çıkan, aslında ‘devletin vazifesi’ olan angaryayı asıl vazifemiz olarak görüp askerlik vazifemizi unutmak ya da ihmal etmek ne kadar asilik, serserilik ve cezayı mucipse; bizim de asıl vazifemiz olan nefis ve heva cin ve ins şeytanlarına karşı mücahede cihadını ve ibadet talimini unutmak o kadar cahilane ve tehlikeliydi.
Dünya bir tecrübe-i meydan-ı imtihan… Bir mezraa… Seyyar bir ticaretgah ve bir misafirhane-i askeriyedir. Biz ise imtihan için mezraada çalışmak, uhrevi ticaretimizi yapmak, talimimizle ahiret derecelerimizi tespit için buradaydık. Bize verilen kısa ömür sermayesi ve cihazatlardan anlıyoruz ki biz bu kısa meydan için gönderilmemişiz. Ebedi saadetin tedariki için buradayız. Yani bu aleme gelişimiz bizim elimizde değildi ama ebedi saadeti elde etmek bizim elimize verilmişti. Sen ebedi saadetteki dereceni tespit için buradaydın. Biz ise Rezzak-ı Hakiki’nin kefil olduğu kısa olan dünyevi rızkımız için ‘asıl vazifemizi’ bırakıp ya da ihmal edip; kefil olmadığı uhrevi rızkımız için çalışmayı asıl vazife olarak görmeyerek gafilane davranıyorduk. Bu halimizle muallem, vazifeperver, feraiz-i diniyesini bilen, işleyen, nefis ve şeytanla mücadele eden müttaki Müslüman gibi latif hitapların yerine nefisperver, acemi, şikemperver seslenişlerin ve hitapların oklarına hedef oluyorduk.
Evet, taburdaki bir neferin devletin vazifesi olan fakat devletin ona ara sıra angarya olarak yaptırdığı kazan kaynatmayı, karavana yıkamayı asıl vazifesi zannedip hakiki vazifesi olan talim ve cihadı bırakması, üstelik dilenciliğe çıkıp taburunu terk etmesi nasıl bir divaneliktir. Öyle de bir insanın dünyevi meşgaleleri bahane edip ibadetini terk ederek haramlara dalması aynı divaneliktir. O zaman ölçümüz ne olmalıdır? Buyurun yine ölçüyü 5. Sözden okuyalım: ‘Fakat, namazını kıldıktan sonra Cenab-ı Rezzak-ı Kerimin matbaha-i rahmetinden tayinatını aramak, başkalara bar olmamak için bizzat gitmek; güzeldir, mertliktir, o dahi bir ibadettir.’
Esas olan ‘hayat-ı dünyeviyeyi gaye-i maksat yapmamak’ dünya hayatının cazibesine kapılıp uhrevi hayatı çok gerilere atmamaktır. Dünya için ahireti unutmamak. Bir defalığına bize verilen ve kısa olan ömür sermayesini iktisatlı, verimli kullanmak; asıl vazifesini ve bir aciz misafir olduğunu unutmamaktır. Şu fani dünyayı ebedi saadetine vesile yapmak, mükerrem ve muhterem bir misafir derecesine çıkabilmektir.
Fakat insan binlerle hakikat dersini de alsa nisyana müptela olduğu, binlerle günah hücumlarına kolayca muhatap olabildiği için kısa sürede dersini unutuyor; disipline ettiği manevi dünyası yaralanıp dünyevi tebessümlere aldanabiliyor. Fanilerin tebessümlerine aldanıp onların muhabbetiyle sarhoş olan ve onların kucaklarına çabuk atılabilen insan için ise tek çıkar yol kalıyor: Derslerini ara vermeden tekrar etmek! Ve şu sese iyice kulak vermektir: ‘İradenin bir eline duayı ver ki silsile-i hasenatın bir meyvesi olan cennete eli yetişsin ve bir çiçeği olan saadet-i ebediyeye eli uzansın. Diğer eline istiğfarı ver ki onun eli seyyiattan kısalsın ve o şecere-i melunenin bir meyvesi olan zakkumu cehenneme yetişmesin.’
Evet dostlar, ‘İnsanın hikmet-i hilkati, sırrı camiyeti ise her zaman Halıkına iltica ve yalvarmak, hamd ve şükür etmek olduğu’ hakikatini unutmamak için başka çare var mı?
Selam ve dua ile…
Yazarın görüntülü sohbetleri: https://www.youtube.com/channel/UClcxDfhJE-MJhh_KbhrKqfQ