Zulmün topu var, kal’ası var, güllesi varsa
Hakkın da bükülmez kolu, sönmez yüzü vardır
Bir haftadan fazladır Beşir Ayvazoğlu’nun Fikret’ini okuyorum. Güzel ve iyi bir kitap daha karıştı derbeder hafızaya. Kendi semasında tek yıldız kanaatimizce. Ona bu payeyi veren, yani onu tek yıldız yapan bahtsız ve talihi mâkus Fikret ve elbette Türk Edebiyatı’nın yaşayan en iyi biyografi yazarı Beşir Ayvazoğlu. Onunla üniversite yıllarında mülaki olmuştum. Yahya Kemal, Ahmet Haşim, Peyami Safa, Tarık Buğra biyografilerini okumuş ve o günden bu yana meftun olmuştum yazılarına. “Türk Edebiyatına Adanmış Bir Ömür” serlevhası ile misafir etmiştim Ezeli Mağluplar’a. Belki vefa borcumu böylece bir nebze olsa telafi edebilirdim.
Tevfik Fikret’i çocukluk yıllarından ta oğlu Haluk’un Amerika’da vefatına kadar adım adım izleyen ve bilhassa mûhiti ile birlikte bir beşer olarak anlamaya çalışan yazar gerçekten de eşsiz bir Fikret portresi çıkarmış ortaya. Yazarın dili daima tatlı ve taze. Nefis bir Türkçe ve nev’i şahsına münhasır berrak bir üslup. Belgelerle dolu, dürüst ve namuslu bir kitap. Kitapta en fazla dikkatimi çeken şey, Fikret’in huzursuzluğu, mutsuzluğu, bedbinliği, nikbinliği, ümitsizliği, ferdiliği. Bunu Süleyman Nazif’e gönderdiği bir mektubunda şöyle dile getirir:
“Yeis… yeis… yeis… Me’yusum kardeşim; şiddetli bir buhrân-ı infial içindeyim, sönüyorum. Bu biraz daha devam ederse, eyvah… Sebebini söyleyeyim mi? Fakat o kadar tuhaf ki gülersin diye korkuyorum; bazen kendim bile kendi halime gülüyorum. Koca bir alem içimde yalnızım Nazif… Ye’simin derecesini düşünemezsin kardeşim, kendimi taşlara çarpacağım geliyor. Fakat hani benim hun-ı hamiyetimle kirlenecek temiz taş?” (s.207)
Bir sanatkarı doğru anlamanın en sahici yolu onun eserlerini anlamaktan geçer. Bilhassa bu sanatkar bir şair ise eğer, şiirine nüfuz etmek, her mısraını duyumsamak, özümsemek, hissetmek, ezberlemek, kısaca onunla hemdert, hemhal, hemdost olmak gerekir. Bu istihalenin önündeki en büyük mani ideoloji takıntısı. Sanat ideolojiyi aştığı için alemşumüldur oysa. Bir zamanlar vekil öğretmenlik yaptığım yıllarda metruk ve camları kırık odamın içinde Tarih-i Kâdim’i, Sis’i, Yağmur’u Rücû’yu, Hân-ı Yağma’yı yüksek sesle günlerce inşad ettiğimi hatırlıyorum.
Her büyük şairin yakalamaya muvaffak olduğu mümtaz bir sesi vardır. Fikret’in sesi kendi döneminin tek mümtaz sesi belki de. Elbette istisnası bol bir kaide bu. Çünkü aynı dönemde Cenap Şehabettin, Recaizade Mahmut Ekrem, Abdülhak Hamit, İsmail Safa ve çiçeği henüz burnunda Yahya Kemal edebiyat semasında keyfince pervaz eden kartallardan sadece birkaçı. Fikret’i Fikret yapan yalnız şiiri değil, kavgası, istiğnası, asil duruşu, surat asışı aynı zamanda. Bunu eserine epigraf yaptığı şu mısralarda okuyoruz:
Kimseden ümmid-i feyz etmem, dilenmem perr-ü bal,
Kendi cevvim, kendi eflakimde kendim tâirim
İnhina tavk-ı esaretten girandır boynuma
Fikri hür, irfanı hür, vicdanı hür bir şairim.
Cenap Şehabettin Fikret’in ölümünden sonra Tasvir-i Efkar’da kaleme aldığı yazıda bu hususlar üzerinde tek tek durur. Şüphesiz Rûbâb-Şikeste yazarının en fazla tartışılan yönü dine bakışı. Tarih-i Kadim’in telifinden sonra sağ cenah onun “mülhid” ve “zındık”olduğu konusunda icma etmiş sanki. Bu ithama en yaman muhalefeti yapan, şairi muarızlarına karşı ateşin bir şekilde cansiperane müdafaa eden sima Rıza Tevfik.
Rıza Tevfik “Bir kudret-i külliye var ulvi ve münezzeh, Kudsi ve mualla, ona vicdanla inandım” mısralarından yola çıkarak şairin mülhid değil, mümin olduğunu söyler. Ayvazoğlu mezkûr beytinde deizme yakın görünmektedir dedikten sonra “Tarih-i Kadim’e Zeyl”de tevil edilmeyecek bir ateizm itirafı vardır” demekten alamaz kendini. (s.536) Cemil Meriç’in “düşmanca peşin bir hüküm” olarak nitelediği Babanzade Ahmet Naim Beyin Rıza Tevfik’e verdiği cevap manidardır:
“Feylesofcuğum! Fikret hakkında büyük şairdir deyiniz. Şiiri lâyık-ı takdirdir deyiniz. Peki deriz. Numune-i fazilet idi deyiniz, birçok kuyûd-ı ihtizariye ile ona da peki deriz. Fakat mümin idi, Müslüman idi demeyiniz. Çünkü sizi herkesten evvel kendisi tekzip eder. Siz biliyorsunuz ki bir kimseye müslim, mümin demek için “Amentü”deki altı şeye gerçekten, yani şüpheden ari bir cezm-ü yakin ile iman etmesi lazımdır. Bu altı şeyin hangisinde “acaba” derse mümin olamaz. Ya açıktan açığa inkar ederse ya istihza ve istihfaf ederse ne isim vermek lazım geldiğini siz söyleyiniz.” (s.538)
Eşi Nazıma hanım Fikret’in uzun bir zaman beş vakit namaz kıldığını, oruç tuttuğunu ve Cuma geceleri Yasin-i Şerif okuduğunu fakat sonradan bu itiyadını terk ettiğini söyler. Deist, ateist veya agnostik inancı her ne olursa olsun Fikret, hayatı boyunca kimseye dalkavukluk yapmamış, tek kadeh içki içmemiş, sigara kullanmamış, flört hayatı yaşamamış, eşi Nazıma hanım dışında hiçbir kadına bakmamış iffet abidesi bir insan. Buna dost ve düşman herkes şahit. Sadece bu seciyeler bile her türlü takdiri fazlasıyla hak ediyor.
Oğlu Haluk’un tatsız macerası şairin hassas ruhunu derinden rencide eden amillerin en başında geleni. Tanpınar, Fikret ve neslinin mümeyyiz vasfı kaçış hülyası diyor, haklı olarak. Sadece onun değil, ondan sonraki bütün nesillerin kaderiydi bu kaçış. Hint’e, Yunan’a, İran’a, Turan’a, Fizan’a ve Aşiyan’a kaçış. Fikret Aşiyan’a kaçmıştı, yani evine. Kaçışların en soylu olanı da bu değil mi zaten? İnsanın insan için kurt kesildiği bir mundarlıklar dünyasında asalet ve nezahetini koruyabilmiş kırık bir gönül evinden başka nereye kaçabilirdi ki?
Aradan yüzyıldan fazla bir zaman geçmesine rağmen şairi ideolojilerden âri sadece bir insan olarak anlayabiliyor muyuz? Ayvazoğlu sadece bir insan olarak anlamayı büyük bir vukufla başarıyor ve yazıyor ama sağın Fikret; solun Akif istiğnası daha doğrusu kadim düşmanlığı bugün bile bütün meraret ve şeraretiyle devam ediyor.