Beynin bir yerinde “tanrı noktası” olup olmama hususunda, farklı çeviri ve yorumların yapıldığını internet web sitelerinde görüyoruz. Bu değişik yazıların ortak noktası şu merkezdedir:
“Konuyla ilgili araştırma yapan bilim adamları tarafından, insanların beyninde dini duyguların temelini oluşturan nöropsikolojik bir alan bulunmuş. Bu alan beynin çeşitli yerlerine yayılmış. Dini duygular ve maneviyat, çok karmaşık bir yapının birbiriyle olan bağlantısıyla ilgilidir. Bu duygular birleştiğinde insanların maneviyatıyla ilgili deneyimler yaşamasını sağlıyor.”
Dikkat çekici bir notada şudur ki, söz konusu araştırmacıların bazılarının ifadelerinden anlaşıldığına göre, bu dini merkezler, belli bir din yerine genel olarak dini duyguları yansıtmaktadır. Örneğin, bu din duygusunun bir sonucu olarak bazıları Budist, bazıları Yahudi, bazıları Müslümanlıkla ilgili dini düşüncelerini pekiştirirler. Hatta bu duygu, ateistler için “evrenle bağlantılı olma düşüncesi” olarak ortaya çıkar.
Biz bu konuda birkaç nokta üzerinde durmayı faydalı bulmaktayız:
a. Bize aktarıldığı kadarıyla, bu araştırmaların ortaya koyduğu bilgilere göre, bulunduğu ifade edilen beyindeki dini fonksiyonu icra eden duygular veya bu duyguların merkezleri, insanları belli bir dine zorlayan bir faktör değildir. Tam aksine, -bir din duygusu ve bu duygulara bağlı olarak insanların ilgi odağı olan bir dindarlık gerçeği çerçevesinde- akla kapı açılmış, özgür iradesi, tercih hakkı elinden alınmamıştır. Dileyen kimse aklını kullanarak Allah’ın vasıflarını doğru olarak nerede bulabileceğini araştıracak ve ona göre, imanını ilan edecektir. Bu sebeple, “De ki: İşte Rabbin tarafından gerçek geldi. Artık dileyen iman etsin, dileyen inkâr etsin.” (Kehf, 18/29) mealindeki ayette ifade edilen özgürlük sahnesinin varlığına bir kanıt olarak değerlendirilmelidir.
b. Soruda yer alan “Bizim yaşadığımız iman duygusu sadece beynin bir kandırmacası mı?” şeklindeki problemi şöyle çözmek mümkündür: İnsanın yaratılışında var olan maddi-manevi bütün duygu ve organların hepsinin bir amaca hizmet ettikleri, önemli bir görev üstlendikleri, insan bünyesinin cismani ve ruhani yapısının sağlıklı çalışmasına yönelik fonksiyonlar icra ettiklerine, müspet ilmin yüzlerce bilim dalı, binlerce tecrübeye veya bedihi realiteye dayanarak şahadet etmektedir. Örneğin; gözün görmeye; kulağın duymaya uygun olduğu gözle görülmekte ve kulakla işitilmektedir. Yine, gülme ve ağlama duygularının yerli yerince -kişinin sevincini ve üzüntüsünü dışa yansıtmaya yönelik olarak- ağlamayı ve gülmeyi ortaya koymak için gereken bir fıtrata sahip oldukları gözle görülmektedir.
Özetle bugünkü ilmî gelişmeler, özellikle anatomi ilmi, insanda bir tek hücrenin bile yersiz yaratılmadığını kabul etmektedir.
O halde çok rahatlıkla şunu söyleyebiliriz ki: Fıtrat yalan söylemez. Fıtrat aldatmaz. Fıtrat, tesadüfe havale edilemeyecek kadar çok amaçlı fevkalade bir arka plana sahiptir.
Bu ve benzeri tespitlerden anlaşılacağı gibi, beynin de dahil olduğu insan fıtratına, her şeyin yaratıcısı, sonsuz ilim, hikmet ve kudret sahibi olan Allah’tan başkası sahiplenemez.
Özetle, güzün görme mahareti bir aldatmaca olmadığı gibi, beynin inanç varlığı lehindeki şahadeti de bir aldatmaca değildir.
Ayrıca Allah’ın, insanın kalbine ve ruhuna koyduğu sonsuzluk arzusu, âhiretin, ebedi hayatın en büyük delilidir. Bu bir kaidedir ki, insan, olan bir şeye arzu ve istek duyar, olmayan bir şeyi arzu edip istemez. Eğer âhiret olmazsa insandaki bu arzu neticesiz kalırdı. Evet, “Vermek istemeseydi, istemek vermezdi.” ve insanın üstünlüğünün ve nihayetsiz istidadının bir manası olmazdı. Çünkü kâinatın en mükemmel meyvesi, istidatça en camisi ve Cenab-ı Hakk'ın en sevgili muhatabı olan insan, ebed için yaratılmış ve ebede gidecektir. (bk. Nursi, Sözler, s. 522)
c. Bu araştırmaların bu ilmi verileri, Kur’an’a ve hadis-i şeriflere iman etmeyi zorunlu kılmaktadır. Çünkü;
- Kur’an’da İslam dini “fıtrat dini” olarak nitelendirilmiştir. Bu, insanların yaratılışı, İslam dinini kabul edip ona göre yaşayabilecek bir yapıda olması anlamına gelir.
İlgili ayetlerden birinin meali şöyledir:
“O halde sen, batıl dinlerden uzaklaşarak yüzünü ve özünü, hak din olan İslâm’a yönelt .Yani Allah’ın insanları yaratmasında esas kıldığı o fıtrata uygun hareket et. Allah’ın bu hilkatini / yaratmasını kimse değiştiremez. İşte dosdoğru din budur. Fakat insanların ekserisi bunu bilmezler.” (Rum, 30/30)
- Hz. Peygamber (asm) de şöyle buyurmuştur:
"Her doğan, İslâm fıtratı üzerine doğar. Sonra, anne-babası onu Hristiyan, Yahudi veya Mecusi yapar." (Buhârî, Cenâiz 92; Ebû Dâvut, Sünne 17; Tirmizî, Kader 5)
Evet, her doğan, İslâm fıtratı üzerine doğar; fakat, anne-baba, arkadaş, muhit, toplum ve okul gibi dış tesirlerle, bunları lehinde veya aleyhinde değerlendirecek olan irade, fıtrata müspet veya menfi yönde müdahalede bulunur.
Ancak fıtrattaki bu doğru kodlar -imtihanın adil yapılması için- zorunlu bir istikameti göstermez. Bilakis, insanın özgür iradesine bağlı olarak değişik formatlara sokulabilir.
Nasıl ki, dupduru, saf ve berrak bir pınar suyu, esas kaynağı ve mahiyeti itibariyle tertemiz olup, en faydalı ve şifalı bir hâl almaya müsaittir. -Ya da üzerine toz toprak saçmak suretiyle bulandırılıp başka bir mahiyete sokulabilir-
Aynı şekilde yeni doğan bir çocuk da fıtrat ve kâinat kanunlarına göre hakikatleri kabule, bulanıklık ve dalaleti ise reddetmeye uygun ve müsait bir haldedir. Bu sebeple, 5-15 yaş grubu çocuklara ne anlatırsanız, onlar hemen onu hafızalarına kaydedip, kalp dünyalarına iman ve İslâm adına yerleştirirler. Söz gelimi, “Bir köy muhtarsız, bir iğne ustasız olmaz; öyleyse, şu koca kâinat da sahipsiz olmaz; onun sahibi Allah'tır.” dediğinizde, karşınızdaki alıcı o kadar lekesiz ve bu tür mesajların öylesine frekansındadır ki, hiç parazitsiz söylediklerinizi kaydediverir.
Sorularla İslamiyet