Gezegende insan var olalı beri kaygı yaşamayan tek bir kişi bile yoktur.
Herkes bunu çocukluğundan beri belki de anne karnında insanlaştığı andan itibaren biliyor.
Kaygı, hoş olmayan bir iç karışıklık hissi, belirsizlik hissi ve olumsuz olayların beklentisi olarak kendini gösteren olumsuz bir duygudur.
İçinde yaşadığımız hızla değişen ve aynı zamanda güçlü bir baskı altında olan toplumlarda, bu kadar sık (her birimiz için!) ve ilk bakışta pek ayırt edilemeyen duygusal tezahürler arasındaki farkı anlamak son derece önemlidir.
Neden önemlidir?
Böylece bunları tespit edebilir, daha sonra ortaya çıkmalarını engelleyebilir ve gerekirse elbette onlarla baş edebiliriz.
Ruhumuzun bu iki tezahürü de karmaşık olduğundan ve ölçülü olarak "iyi" olduğundan, karmaşık duygularımızı nasıl yöneteceğimizi anlamadan kendi hayatlarımızı yönetemeyeceğiz.
Korku ve kaygı deneyimi arasındaki temel fark, doğrudan karşılaştığımız (veya basitçe görselleştirdiğimiz) tehdidin temelinde ve aynı zamanda deneyimin fizyolojik unsurlarında (vücudumuzun tepkisi) yatmaktadır.
Bilmeniz gereken en önemli şey: korku, aşıldığında fobilerin (irrasyonel korkuların) oluştuğu bir duygudur; Kaygı, aşırı derecede kaygı gibi bir kişilik özelliğinin oluştuğu bir duygudur.
Kaygı, potansiyel olarak tehlikeli bir durum ortaya çıkmadan önce ortaya çıkarken, korku, korkutucu bir durumdan kısa bir süre önce veya sırasında ortaya çıkar.
Kaygı bedenin uyarılmasıdır; Korku, aktivitenin engellenmesiyle ilişkilidir.
Kaygı geleceğe yansıtılır; korku ise kural olarak mevcut veya geçmiş deneyimlere odaklanır.
Korkunun temeli içsel devinimler haller durumlardır. Kaygı sosyal olarak koşullanmıştır.
Hem korku hem de kaygı vücudumuzda değişikliklere neden olabilir. Bu duygusal ifadelerin her ikisi de savaş ya da kaç tepkisini (daha çok korku) harekete geçirebilir. Hızlı kalp atışı, terleme, titreme, kas gerginliği veya nefes darlığı yaşamaya başlarız. Her iki durumda da dikkatimizi odaklamada zorluk yaşayabiliriz. Ve bu tür tezahürleri gördüğümüzde hemen aklımıza gelen ilk şey, korku ve kaygının aynı şey olduğudur. Ancak korku ve kaygı arasında farklılıklar vardır.
Kaygı, algılanan bir tehdit veya tehlikenin beklentisidir. Korku, bir tehdidin veya yaklaşmakta olan bir tehlikenin sonucudur.
İşten eve yalnız yürüdüğünüzü hayal edin.
Dışarısı karanlık.
Çalıların arasında hışırtı duyarsınız ve karanlık bir figür fark edersiniz.
Vücudunuzun gergin olduğunu ve kalbinizin daha hızlı attığını hissedersiniz... Nefes almanız zorlaşır. Bir sersemliğe düşersin. Tehlike gerçektir. O gerçek. Bu durum acil, gerçek ve somuttur. Korktuğunu hissediyorsun.
Kaygı, potansiyel bir tehlikeye verilen tepkidir.
Şimdi aynı caddede yürüdüğünüzü ve bu sefer alacakaranlık olduğunu varsayalım.
Çalılıklardan ses gelmiyor ve sadece önünüzde evlatlarıyla yürüyen bir aile görüyorsunuz. Ancak kötü bir şey olabileceğinden endişelenmeye başlarsınız. Benzer bir tepki yaşarsınız: Kalbiniz daha hızlı atmaya başlar, vücudunuz gerilir, titremeye başlarsınız. Kaygılı hissediyorsunuz. Ne oldu? Tehlike sinyali verebilecek hiçbir şey olmadı; tepkiniz yalnızca tehlike potansiyeliyle ilgilidir.
Belirli durumlarda kısa süreliğine küçük miktarlarda kaygı yaşamanın, belirli yaşam olaylarını deneyimlemek için olumlu bir teşvik olabileceğini belirtmekte fayda var. Önemli bir sınavdan önce kendinizi hatırlayın: Sinirleriniz gergindir... ama gücünüzü toplar ve başa çıkarsınız. Bu neden oluyor? İstenilen sonuca ulaşmanın yoluna odaklanırsınız; ancak güçlü bir kaygı hissi ve bu durumda sürekli kalmak, zamanla zihinsel bir bozukluğa dönüşebilir.
Tipik olarak korku ve kaygı el ele gider.
Kaygı sıklıkla gelecekte algılanan bir tehdide hazırlanmak ve soruna potansiyel çözümler aramak için bir "başlangıç noktası" görevi görür.
Bununla birlikte, kaygının kendisi takıntılı bir duygusal durum ve hatta gelişmiş bir kişilik özelliği (kaygı) haline gelebilir ve kişinin kaygısı üzerinde kontrol eksikliği hissinin gelişmesine katkıda bulunabilir.
Korkunun aksine kaygının net sinyalleri yoktur. Kaygı dikkati dağılmış, anlamsız bir önsezidir.
Korku ve kaygıdan nasıl kurtuluruz?
Peki duygularımızı nasıl yönetebiliriz? Bunları nasıl yöneteceğinizi öğrenmek için kendinize nasıl “DUR!” dersiniz?
1. Öncelikle kendinize şu soruları sormayı deneyin:
-Korku/kaygı nesnesinin bana zarar vermesinin gerçek olasılığı nedir?
-Herhangi bir şeyden korkmamın/endişelenmemin bana ne faydası var?
-Korkacağımı/endişeleneceğimi önceden anlayabilir miyim?
-Hangi olaydan sonra korku/endişe beni rahatsız etmeye başladı?
-Korkumdan/kaygılarımdan kurtulmak için harekete geçebilir miyim?
-Korkularımı/endişelerimi bana en çok ne hatırlatıyor?
-Çevremde/filmlerimde/kitaplarımda korku/kaygı ile uğraşan insanlardan örnekler var mı?
-Çocuğum da benzer korku/kaygılardan şikayetçi olsaydı ne önerirdim?
Böyle bir kontrol listesi kaygınızın kökenlerine daha derinlemesine bakmanıza yardımcı olurken, bir psikolog veya psikoterapist davranış mekanizmalarını ayrıntılı olarak anlamanıza, korkunuzun ve kaygınızın gerçek nedenlerini anlamanıza ve duygusal belirtilerinizle baş etmeyi öğrenmenize yardımcı olabilecektir.
2. Korkularınızla yüzleşin
Bizi korkutan durumlardan kaçınırsak istediğimiz veya yapmamız gereken şeyleri yapmayı bırakırız.
Kaçınarak durumun gerçekten beklediğimiz kadar kötü olup olmadığını kontrol edemeyiz; bu nedenle kendi korkularımızı ve kaygılarımızı nasıl yöneteceğimizi anlama şansını kaçırıyoruz. Ve eğer bu davranış kalıbına düşersek kaygı sorunlarımız daha da kötüleşme eğiliminde olacaktır.
Kendimizi korkularımıza “açmak” kaygımızın üstesinden gelmenin etkili bir yolu olacaktır.
3. Kendimizi tanıyalım
Korkumuz veya kaygımız hakkında daha fazla şey öğrenmeye çalışırız.
Kaygı yaşadığımız zamanları ve bu konuda nasıl hissettiğimizi takip etmek için günlük girişleri tutarız. Korkularımızla başa çıkmak için küçük, ulaşılabilir hedefler koymaya çalışabiliriz.
Endişelenmeye başladığımız durumlarda bize yardımcı olacak bazı şeyleri (örneğin çocuğumuzun bir çizimi veya sevdiğimiz birinin fotoğrafı) yanımızda taşımak elimizdedir. Bu davranışlar kaygımızın ardındaki etkisiz inançların tekrarının üstesinden gelmenin ve kararlılığımıza katkıda bulunmanın etkili bir yolu olabilir.
4. Rahatlamaya çalışmalıyız
5. Doğru zamanda doğru temiz şeylerden yemeliyiz. Mesela çok fazla şeker yememeye çalışın (kan şekerinizin yükselmesi yalnızca kendinizi daha kaygılı hissetmenize neden olur).
Kafein güçlü bir uyarıcı olduğundan ve kaygı düzeylerini artırabildiğinden içtiğimiz çay ve kahve miktarını da en aza indiriyoruz.
6. Kötü alışkanlıklardan kurtulmak önemlidir. Pek çok insan, gergin olduklarında korku ve endişe hissini bir sigara yakarak veya bir şişe şarap açarak bastırmaya çalışır.
Ancak daha sonra bu tür davranışlar yalnızca bu duyguların deneyimini yoğunlaştırabilir ve kaygının gerçek nedeni ortadan kaldırılamaz.
MÜBAREK İSLAM HER KONUDA ALTIN ORTAYI ESAS ALIR. AŞIRI AŞIRILIĞA YA DA AŞIRI KAYITSIZLIĞA YER YOKTUR. AYNI ŞEKİLDE KORKU VE UMUT ARASINDA DA BİR DENGE VARDIR.
Psikolojik terapide karşınızdakine yardımcı olabilmek için onun kendi kültüründen, kendi inancından, kendisine yakın hissettiği konulardan faydalanmaya çalışırsınız.
Eğer psikolog ve psikiyatr sizin kültürünüzü, inancınızı, değerlerinizi benimsemiyorsa veya tanımıyorsa etkili olma ihtimali de düşer, çünkü sizi anlamaz ve sizde sizi anlamadığını düşünürsünüz.
Bu nedenle psikolog olarak sadece bilinen psikolojik metotlardan değil, başka yöntemlerden ve bilgilerden de faydalanmanız gerekir.
Özellikle psikolojik tedavide kalıpların hiçbir anlamı yoktur.
Umut ve kaygı bir kuşun kanatları gibidir. Her iki kanat da güçlü ve eksiksizse, kuş güvenle bulutların üzerinde süzülür.
Bu nedenle dengeyi korumak için kişinin hem umuda hem de kaygıya eşit derecede ihtiyacı vardır.
Kaygı kötülüğü engeller, iyiliğe yönlendirir. Ancak korku hissi ölçülü olmalıdır. Bir insanı iyi işler yapmaya motive eden şey budur.
Soruna psikolojik açıdan bakarsanız, korkuya kapılmış bir kişinin rasyonel düşünceden yoksun olduğu anlamına gelir.
İslam'da ise korku ve kaygılar tam tersine insanı hikmete ve basirete götürür. Çünkü burada korku, günah işlemekten, kötü davranıştan, utanmazlıktan korkmak demektir. Dolayısıyla ruhunu temiz tutan, iyilikler için çabalayan, manevi ve maddi gelişmeyi hedefleyen bir insanın aklında daima güzel düşüncelerin olduğu, sözlerinin hikmet dolu olduğu açıktır.
İTİDAL NEDİR?
İtidal kelimesi ‘adl’ kökünden mastar olup “iki aşırı tutum ve davranış arasındaki orta hal” şeklinde tanımlanmaktadır. Bu tanım çerçevesinde itidal kelimesinin; orta halde bulunma, aşırılıktan kaçınma, ölçülü olma, soğukkanlılık, denge, düzgünlük, doğruluk” gibi manalara geldiğini görmekteyiz.
İtidal; inanç, söz ve eylemde adalet üzere olmak demektir. Ayrıca adalet teriminin, “her şeyi yerli yerine koymak, her şeye hakkını teslim etmek” gibi anlamlara geldiğini de görmekteyiz.
İtidal, önümüze çıkan üç şıktan ortadakini işaretlemek demek değildir. İtidal, üç şeyden ortadakini benimsemek ve ona tâbi olmak da değildir. İtidal, Allah’ın ölçülerini gözetmek ve bu ölçüleri eksiltmeden ve artırmadan bu ölçülere bağlı kalma azmini gösterebilmektir.
İFRAT VE TEFRİT NEDİR?
İfrat; sözlükte “söz veya işte haddi aşmak, aşırı gitmek” gibi anlamlara gelmektedir. Ahlaki bir kavram olarak ise ahlaki davranışların kaynağı olan psikolojik yeteneklerin işleyişinde itidal noktasının ilerisine geçen sapmalar demektir. Yaptıklarımızda aşırıya kaçmak demektir.
Tefrit; ifratın zıddıdır. Söz veya fiillerimizde gevşek ve ihmalkâr davranmak, çabuklukta çok geri kalmak demektir. Her ikisi de aşırı uçları ifade etmektedir.
Vasat olmanın zıddı, ifrat ve tefrit üzere olmaktır. İstenilen şeyden daha fazlasını yapmak ifrat, daha azını yapmak ise tefrittir. İfrat ve tefrit, makbul olmayan, dinimizin nazarında hoş karşılanmayan davranış biçimleridir. Kur’an ve sünnette yasaklanmıştır. Makul olan ise itidal üzere olmaktır.
İNSANIN İÇ DENGELERİ VE BEDİÜZZAMAN’IN GÖRÜŞLERİ
İslam düşünce tarihinde mütefekkirler, insanın ruh/beden bütünlüğü içerisinde üç kuvvenin tesiri altında olduğunu; bu kuvvelerin ifrat ve tefrit mertebelerinin bulunduğunu; asıl olması beklenenin ise itidal mertebesinde olmasını beyan ederler.
Bunlara arasında çağımıza yakınlığı itibariyle Bediüzzaman’ın ifadelerini paylaşmak doğru olacaktır:
“Tagayyür, inkılap ve felaketlere maruz ve muhtaç şu insan bedeninde iskân edilen ruhun yaşayabilmesi için üç kuvvet ihdas edilmiştir. Bu kuvvetlerin, birincisi, menfaatleri celp ve cezb için kuvve-i şeheviye-i behimiye, ikincisi, zararlı şeyleri def için kuvve-i sebuiye-i gadabiye, üçüncüsü, nef’ ve zararı, iyi ve kötüyü birbirinden temyiz için kuvve-i akliye-i melekiyedir.
Lakin insandaki bu kuvvetlere şeriatça bir had ve bir nihayet tayin edilmişse de fıtraten tayin edilmemiş olduğundan, bu kuvvetlerin her birisi, tefrit, vasat, ifrat namıyla üç mertebeye ayrılırlar. Mesela, kuvve-i şeheviyenin tefrit mertebesi humuddur ki ne helale ve ne de harama şehveti, iştihası yoktur. İfrat mertebesi fücurdur ki, namusları ve ırzları payimal etmek iştihasında olur. Vasat mertebesi ise iffettir ki, helaline şehveti var, harama yoktur.
Ve keza, kuvve-i gadabiyenin tefrit mertebesi, cebanettir ki korkulmayan şeylerden bile korkar. İfrat mertebesi tehevvürdür ki ne maddi ve ne manevi hiçbir şeyden korkmaz. Bütün istibdadlar, tahakkümler, zulümler bu mertebenin mahsulüdür. Vasat mertebesi ise şecaattir ki, hukuk-u diniye ve dünyeviyesi için canını feda eder, meşru olmayan şeylere karışmaz.
Ve keza, kuvve-i akliyenin tefrit mertebesi gabavettir ki, hiçbir şeyden haberi olmaz. İfrat mertebesi cerbezedir ki, hakkı batıl, batılı hak suretinde gösterecek kadar aldatıcı bir zekâya malik olur. Vasat mertebesi ise hikmettir ki, hakkı hak bilir, imtisal eder; batılı batıl bilir, içtinap eder.”
Özetle;
İnsanın maddi hayatının devamı; şehvet, öfke ve akıl temeli üzerine bina edilmiş.
Şehvet hayata gerekli olan şeyleri elde etmek için, öfke hayata risk oluşturacak zararlardan korumak için, akıl da zarar ve menfaati birbirinden ayırmak içindir. Bu üç kuvve insanın maddi hayatının paradigması niteliğindedir, bunlardan birisi olmadı mı, insana yakışacak maddi hayat çöker.
Burada maddi hayatın ruha nispet edilmesi dolaylı cihetledir.
Nitekim ruh ne kadar baki ve cevher de olsa, bu dünya hayatında bir kanun ile maddi hayatla irtibatlıdır, onunla dünya hayatını devam ettiriyor.
Yani ruh cesetsiz, ceset ruhsuz olmuyor; ikisi arasında şiddetli bir bağ olduğu için, ruh da dolaylı bir şekilde, bu üç kuvvenin iyi çalışmasına muhtaçtır. Bu ihtiyaçtan dolayı ruha nispet ediliyor.
Bu kuvveleri ifrat ve tefrite götürenlere manen meyyit demekte bir sakınca yoktur. Zira insanın bu dünyaya gönderilme amacı iman ve ibadettir. İman ve ibadet de bu duyguları dengeleyip istikamete sokan, ince ve latif bir ayar ve iksirdir.
Bu sebeple kim iman ve ibadeti terk ediyor ise, ifrat veya tefritte olduğundan manen ölü hükmündedir.
“Güzel gören güzel düşünür. Güzel düşünen, hayatından lezzet alır.” (Hakikat Çekirdekleri) ve benzeri “Güzel gören güzel düşünür, güzel düşünen güzel rüya görür. Güzel rüya gören hayatından lezzet alır.” (Münazarat).
Burada Said Nursi dünyaya ve olaylara bakış açısını ele alıyor. Bu kadar kısa ve veciz kelimelerle dünyaya bakış açımızın hayatımızı nasıl etkilediğine vurgu yapıyor.
Ne kadar müsbet (pozitif) bakar isek, hayatımız da o kadar müsbet olur. Neticede stres dediğimiz olay dahi sadece bizim kafamızda oluşan bir olgu.
Modern bilimin geldiği bu dönüm noktasında, çözüm üretmekten aciz kaldığı ve varlığın arka planını göz ardı eden yaklaşımlar ile anlamlar boyutunu anlamsızlaştırdığı noktada Kur'an eksenli yeni bir varlık algısına ihtiyaç netleşmiştir.
Bu noktada dünya problemlerinin çözümü için ve varlığı bir bütün olarak algılayabilmek için yeni ve arka planı hesaba katan bir tarife ihtiyaç doğmuştur.
Modernizmin insanlık aleminde oluşturduğu depremle adeta yıkılmış olan İslami düşünce geleneğinin, Kur'an merkezli bir planla ve günün ihtiyaçları da dikkate alınarak yeniden inşasına büyük bir ihtiyaç vardır.
Şarkın ulumundan ve Garbın fünunundan gelmediği ifade edilen Risale-i Nur doğrudan Kur'an'dan feyz almış olmanın farkını ortaya koymaktadır.
Risale-i Nur'da bu engeller anlatılmakta ve hakikatte önemleri olmadığına dikkat çekilmektedir.
Bu ahlaki zaafları kısaca aşağıdaki başlıklarda vurgulanmıştır.
İnsan kainata kendi aynasıyla bakmaktadır
Her an psikolojik ve fizyolojik olarak iç ve dış faktörlerin etkisinde kalan insan, zaman zaman bu etkileri, hayata bakışının merkezine taşır.
Böyle durumlarda algılanan, gerçekler yerine, o an içinde bulunduğumuz durumdur. (Lem'alar, 182)
Alışkanlık ya da ülfet önemli engellerden biridir
Kainattaki varlıkların ince ve sanatla dokunmasını, kanunların işleyişini, yaradılışın her an devam etmesini çoğu zaman gereği gibi algılayamayız. İnsan kainat kitabında, ruhun gıdasını, ne yazık ki, ülfet kapağı altında fark edememektedir. (Muhakemat,44)
Zahir perdesiyle kanunların işleyişi insanı yanıltır
Zahir, eşyanın ve olayların dış görünüşüdür. Bu dış görünüş çoğu kere aldatıcıdır.
Mesela, zahirde güneş dünyanın etrafında döner. Gölge sabittir. Hastalıklar çirkindir.
Ölüm bir yok oluştur… Halbuki, dünya güneşin etrafında döner. Gölge hareketlidir.
Hastalıklar, Rahmanî birer hediyedir. Ölüm, yeni bir hayatın başlangıcıdır.
İnsanın kendi varlık alanı ile ilgili arayışlarının bir çabası olan bilim ve
hikmet, maddeci anlayışların etkisinde kaldığı ölçüde yozlaşmış, çizgiden çıkmıştır.
Bu çizgi dışına çıkış, hayatın diğer alanlarını da etkilemekte ve ahlaki anlayışları
da sarsmıştır.
Yapılması gereken, sınırları aşmış anlayışları, yeniden sınırların
içine almak olmalıdır.
Bu ise yeniden mukaddes olana dönmekle gerçekleşecektir.
Bilim varlığı anlama çabası olarak, insanın özüne inmeli ve ahlaki temellerini anlamlandırmalıdır.
Kıymetli ve değerli, insana yanaşır, insanı insan edenden uzaklaşmak değil, aksine ona yakınlaşmak gerekmektedir.
Doğrudan kendine has bir dili olmayan, belki O'nun eserlerini anlama gayreti olan bilim ise, O'na yaklaştığı ölçüde, kaybettiği ahlaki temelleri yeniden kazanacaktır.
O zaman, gariban insanın maddi manevi denge ve ruhi selimlik selamet ve emniyetine ve dahi şerefine layık hale gelmesi ne kadar güzel ve iyi ve muazzam olacaktır.