İSLÂM, ZALİM VE MAZLUM KONULARINI NASIL DEĞERLENDİRDİ?
Bir zamanlar 'mazlumların' sembolü olan ve insanı koruma ihtiyacının sembolü olan insanların artık zalimler haline gelmesi ne kadar ironik?
Bu (iyileşmemiş) travma döngüsünün bir sonucudur.
Filistin'de sivillere yönelik muamele bu kısır döngünün mükemmel bir örneğidir.
Zalim ile mazlum arasındaki bağ insanlık tarihi kadar eskidir.
Yüzyıllar süren emperyalizm, İkinci Dünya Savaşı sonrası Bretton Woods ekonomik sistemi ve mevcut DTÖ liderliğindeki aşırı liberal ticaret rejimi, insanlara tahakküm nesneleri olarak muamele etti.
Bu sistemler dünya genelinde yoksulluk, açlık, hastalık ve cehaletten muzdarip milyarlarca marjinal insanın temel haklarından yararlanıyor.
Yoksa o kişi dediğinde haklı mı çıktı?
- İyi yoktu, herkes gücü oranında zalim miydi?
**
İnsan tarihinde tarih boyunca tekrarlanan kalıplar vardır.
19. yüzyılın etkili Alman filozoflarından George Hegel, toplumda iki grup insan bulunduğunu belirtmiştir: ezilenler ve zalimler.
Onun için savaşmak doğal bir yoldu.
Zamanının Alman bağlamında Katoliklerden zalim, Protestanlardan ise mazlum olarak söz ediyordu.
Karl Marx, birbiriyle kavga eden iki grup kavramını ele aldı ve bunu sınıflar biçiminde kendi toplum analizinin temeli olarak benimsedi. Bu kavram günümüze kadar etkisini sürdürmektedir.
Ezen olduğu iddia edilenlerle ezilenler arasındaki etkileşim son derece dinamik bir şekilde gelişiyor.
Bazen bu, sözde kurtarıcının hayal gücünün bir ürünü olabilir.
Popüler söylemin bu baskı ikilemini meydana geldiği yerlerde, genellikle toplumu altüst etmek isteyen sözde kurtarıcılar vardır. Konuşmaları “özgürlük” ya da “eşitlik” laflarıyla dolu olsa da eylemleri çoğunlukla tam tersi oluyor.
Belki de Brezilyalı filozof ve eğitimci Paulo Freire, ezilenlerin bizzat zalimlere dönüşme eğiliminde olduklarını açıklarken bunu en iyi şekilde ifade etmiştir. Bu döngü tarih boyunca kendini tekrar eder.
Bu fikir son Çekoslovak Cumhurbaşkanı Vaclav Havel’ in yazılarına da yansıdı. Güçsüzlerin Gücü adlı incelemesinde totaliter bir sistemin kendi ülkesini nasıl ele geçirdiğini anlattı.
Popüler toplumsal hareketlerden ortaya çıkan bu hareket, yalnızca belirli bir baskı biçimini uygulamak için özgürlük ve eşitlik vaadiyle iktidara geldi.
Büyük Roma tarihçisi Livy şu sözleri 2 bin yıldan fazla bir süre önce yazmıştı:
“Baskıdan kaçınma arzumuz bizi bunu kendimiz uygulamaya zorluyor; Adaletsizliği reddederek, sanki bunu yapmaktan ya da buna katlanmaktan başka seçeneğimiz yokmuş gibi, diğer insanlara da adaletsizlik yapmış oluyoruz." - Livy
Adalet için savaştığını iddia ettiğinde, protesto ettiği kalıpların aynısını sürdüren insanlığın ne özelliği var?
Neden zulme karşı haykıranlar genellikle zalim oluyor?
İnsan doğasında bunun neden olduğunu açıklayan bazı tuhaflıklar vardır.
İnsanlar doğası gereği sosyal yaratıklardır ve gruplar oluşturma eğilimindedirler.
Zahiri & fiziksel olarak zayıf olan insanlar vahşi doğada tek başlarına hayatta kalamazlar. Türün diğer temsilcileriyle bir birlik oluştuğunda hayatta kalma şansı keskin bir şekilde artar.
İnsan beyninin düşünme şekli, insanların büyük gruplar oluşturmasına olanak tanır.
İnsanların içine düştüğü çok sayıda bilişsel önyargı aslında bireyin grubuyla olan bağını güçlendirir. Bunun sonucu sürü davranışı, çoğunluk etkisi veya grup düşüncesidir.
Hayatta kalmak ve üremek, yeterli kaynakların elde edilmesi...
Bu genellikle yiyecek ve bölge için diğer gruplarla rekabet anlamına geldi.
Bu da “biz” ve “onlar” arasında güçlü bir ikilemin oluşmasına yol açtı.
İnsanlar kendilerini “biz” olarak adlandırdıkları bir gruba yakın hissetme eğilimindedirler ancak sıklıkla “onlara” karşı saldırgan olurlar.
Bilimsel deneylerin gösterdiği gibi, başlangıçta keyfi kriterlere göre oluşturulabilirler, ancak oldukça hızlı bir şekilde güçlenme eğilimindedirler.
Ruanda iki ana etnik gruba ev sahipliği yapıyor: Hutu ve Tutsi. Tutsiler genellikle hükümdarlardı ve ayrıcalıklı bir grup olarak görülüyorlardı. Zamanla, "ezilen" Hutuları "ayrıcalıklı" Tutsilerle karşı karşıya getiren ırkçı bir söylem gelişti.
Bu durum 1994 yılında Ruanda'da Tutsilerin soykırımına yol açtı. Daha önce mazlum olan Hutular zalim oldu. Bu bölüm kelimelerden şiddet eylemlerine kadar çizgiyi aşmanın ne kadar kolay olduğunu gösteriyor. Bu “mazlumlar” ve “ayrıcalıklı zalimler” imajı bir kez yerleştiğinde, bunu insanların hafızasından silmek çok zordur.
Soykırımın üzerinden onlarca yıl geçmesine rağmen birçok Hutu, Tutsileri hâlâ kurban olarak değil ayrıcalıklı olarak görüyor.
Böyle durumlarda yaşananlar bir insanlıktan çıkarma sürecidir. Bu süreçte insanlar birey olarak algılanmaktan çıkar. Bunun yerine, ait oldukları varsayılan “grup”un merceğinden bakılıyorlar. Bu grup daha sonra olumsuz niteliklere sahip olarak görülüyor ve bu da onun karalanmasını kolaylaştırıyor. Onlar farklı.
Onlara göre “öteki”, hakikate karşı çıkan ya da gerçeği anlamayan biri olarak tasvir ediliyor. Dolayısıyla bu muhalefetin yok edilmesi istenilen sonuca yol açabilir.
Bu tür süreçler tarih boyunca pek çok kez çirkin yüzünü gösterdi.
Kamboçya'da, Kızıl Kmerlerin hükümdarlığı sırasında, aydınlardan, esnaftan ve hatta doktorlardan oluşan "ayrıcalıklı" sınıflar toplandı ve yeniden eğitim kamplarında kırsal bölgelere gönderildi. Birçoğu sonunda orada öldürüldü.
Ne yazık ki modern dünyada bu tür konuşmalardan kurtulamıyoruz. İnsanlar hiçbir şey öğrenmiyor gibi görünüyor. Toplumda kaosa yol açan kalıpların tekrar ettiği görülüyor.
Güney Afrika'da apartheid sona erdikten sonra Nelson Mandela ülkenin ilk siyahi başkanı seçildi. Destekçilerinin çoğu, eski beyaz zalimlere karşı intikam çağrısında bulundu. Neyse ki Nelson bunun tüm Güney Afrikalılar için ne kadar olumsuz olacağını biliyordu. Bunun yerine uzlaşmaya yönelik bir rota belirledi.
Mandela bölünmeleri körüklemek yerine birleştirici projeler üretti. Empati burada çok büyük bir rol oynuyor. Grup üyeleri arasındaki rekabet yoğunlaştıkça artar. Ancak aynı zamanda yabancılara karşı antipati de alışılmışın dışında. Paylaşılan projeler bu dinamiği tersine çevirir ve empatiyi her yere yayar.
Psikolojik deneyler Mandela'nın sezgisel olarak bildiklerini doğruladı. Dinamiği rekabetçiden işbirlikçiye değiştirin; genel olarak daha iyi sonuçlar elde edersiniz.
“ZÂLİM, YERYÜZÜNDE ALLAH’IN ADÂLETİDİR. ALLAH ONUNLA (BAŞKALARINDAN) İNTİKÂM ALIR. SONRA (DÖNER), ONDAN DA İNTİKÂMINI ALIR.” (BK. KEŞFU’L-HAFÂ, 2/64)
Evet, zalim Allah’ın kılıcıdır. Önce onunla intikam alır; sonra da döner ondan intikam alır.
Yani zalim de zulmünde payidar olmaz; ancak Allah, önce bu zalimleri Müslümanların üzerine musallat eder. Sonra da tutar onları sarsar ve yerin dibine batırır.
İşte böyle kötü bir sonuçtan sakınmaları için, o şefkat ve rahmet Peygamberi (asm), ümmetini ikaz ediyor, Allah’ın gazabını celbedecek hareketlerden kaçınmalarını tavsiye ederek, başlarına gelecek bela ve musibetleri haber verdiği gibi, o olayın nedenlerini de açıklayarak bunlardan sakınmalarını istiyor.
Demek ki, Allah bazen bir zalimi diğer bir zalimin üzerine musallat ederek o zalimi cezalandırıyor.
Allah, zulmün cezası olarak zalimi zalime musallat kılar, o da onları zillet ve felâkete götürür.
Nefsine zulmeden günahkâr zalim, halkına zulmeden zalim yönetici ve ticaretinde insanlara zulmeden hilekâr tüccar gibi bütün zalimler, bu âyetin tehdit kapsamına girmektedir. Halk ne zaman zalim durumda olurlarsa, Allah onlara başka bir zalimi musallat eder. (Bk. Razi, Mefatih, ilgili ayetin tefsiri)
Allah, zalime tövbe etmesi için mühlet verse bile, asla ihmal etmez. Bir Müslüman, mazlum olsa bile asla zalim olmaz ve olmamalıdır.
İbn Ebi Şeybe ve İbn Ebi Hatim’in rivayetine göre, Malik b. Dinar şöyle demiştir:
“Ben Zebur’da şunu okudum: (Allah buyurdu ki:) Şüphesiz ben, münafık ile münafıktan intikam alacağım, sonra da bütün münafıklardan intikam alacağım.”
“İşte böylece işledikleri günahlardan ötürü zalimlerin bir kısmını diğer bir kısmına musallat ederiz.” (Enam, 6/129)
Kur’an, ısrarlı bir şekilde ve sık sık Allah’ın kullarına zulmetmediğini, asla zulmetmeyeceğini, kullarına hiçbir şekilde haksızlık yapmayacağını haber veriyor. İnsanların dünyada karşılaştıkları geniş çaplı cezalar, sıkıntılar, zorluklar ve huzursuzluklar kendi yaptıkları yüzündendir. Âhirette hesaptan sonra alınacak sonuç, kavuşulacak ceza da yine insanların kendi hak ettikleridir, amellerinin karşılığıdır. Allah (c.c.) kimseye zulmetmez, fakat insanların bir kısmı kendi kendilerine zulmederler. (2/Bakara, 57; 7/A’raf, 160; 9/Tevbe, 70; 29/Ankebût, 40; 3/Âl-i İmran, 25, 161; 6/En’ âm, 160; 45/Câsiye, 22. vd.)
Bir hadis-i kutsîde şöyle buyrulur: Rasulullah (s.a.s.), Allah Teâlâ’dan rivayet ederek şöyle buyurdu: “Allah buyurdu ki: ‘Ben zulmü kendime haram ettim; Onu, sizin aranızda da haram kıldım. Öyleyse sakın birbirinize zulmetmeyin!” (Müslim, Birr, 15, hds. No: 2577, 4/1994)
“Allah, zâlime muhakkak ki, mühlet verir de onu yakalayacağı zaman, göz açtırmadan aniden yakalar.” Bu ifadeden sonra, Rasulullah şu âyeti okudu: “Onlar zulüm işlemekte iken ülkeleri (veya kuşakları) yakaladığı zaman Rabbinin yakalayıvermesi işte böyledir. Gerçekten onu yakalaması pek acıklı, pek şiddetlidir.” (11/Hûd, 102) (Buhâri, Tefsir 161, hds no: 206; Müslim, Birr 61, 62 –2583- ; İbn Mâce, Fiten 22, hds no: 4018)
İnsanın kendi kendine zulmü, ya şirke veya küfre bulaşarak olur, ya da inandığı halde Allah’a isyan ederek, yani günah işleyerek olur.
Nitekim Hz. Âdem ve eşi, cennetten, orada yaptıkları hata sebebiyle çıkınca şöyle dua ettiler: “Rabbimiz, biz nefislerimize zulmettik, eğer bizi bağışlamazsan ve rahmet etmezsen, gerçekten zarara uğrayanlardan oluruz.” (7/A’râf, 23). Mü’minler, nefislerine zulmettikleri veya bir çirkin iş (fâhişe) işledikleri zaman hemen Allah’ı hatırlayıp, bağışlanma isterler. Buradaki nefse zulmetmek, günah işlemek anlamındadır. (3/Âl-i İmrân, 135; ayrıca bkz. 4/Nisâ, 64, 110)
Kur’an gerek dünyada gerek âhirette azabı hak edenlere Allah’ın kesinlikle zulmetmediğini, fakat onların kendi kendilerine zulmettiklerini ısrarlı bir şekilde vurgular. “Allah, insanlara hiçbir şeyle zulmetmez. Fakat onlar kendi nefislerine zulmederler.” (10/Yûnus, 44; ayrıca bkz. 9/Tevbe, 70; 29/Ankebût, 40; 2/Bakara, 57; 7/A’râf, 160; 16/Nahl, 33, 118 vd.)
Kendilerine kitap gönderilen insanların kimi nefsine zulmeder, kimi de Allah’ın izniyle hayırda öne geçer (35/Fâtır, 32). Mü’min olduğu halde günah işlemek, hata etmek veya isyanda bulunmak suretiyle nefsine zulmedenler, Allah’ı Ğâfur (bağışlayıcı) ve Rahim (rahmet sahibi) olarak bulurlar (4/Nisâ, 110).
Hz. Ali (r.a) şöyle der: "Bir kimse birine zulmettiği veya bir kötülük yaptığı zaman, hakikatte kendisine zulmetmiş olur. Çünkü Cenâb-ı Hak, Kur'ân'da: "Kim iyilik yaparsa, kendisinin lehine; kim de kötülük yaparsa, kendisinin aleyhinedir." (41/Fussılet, 46) buyurmuştur.
Ülkelerin, toplumların ve uygarlıkların çöküş nedeni zulümdür.
Toplum içerisinde servetiyle şımaranlar, ellerine gücü geçirenler adaletle iş görmezlerse zulme saparlar.
Zalimler hevalarına (kendi nefislerinin arzularına) uyarlar.
Onlar, akıllarını yerli yerinde kullanmayan cahillerdir.
Onlar adalet ölçülerine zaten uymazlar.
BEDİÜZZAMAN SAİD NURSİ’NİN GÖRÜŞLERİNDEN BİR KISMI
Birinci Sûret:
Hiç mümkün müdür ki, bir saltanat, bâhusus böyle muhteşem bir saltanat, hüsn-ü hizmet eden mutîlere mükâfatı ve isyan edenlere mücâzâtı bulunmasın. Burada yok hükmündedir.
Demek, başka yerde bir mahkeme-i kübrâ vardır.
İkinci Sûret:
Bu gidişata, icraata bak! Nasıl en fakir, en zayıftan tut, tâ herkese mükemmel, mükellef erzak veriliyor, kimsesiz hastalara çok güzel bakılıyor.
Hem, gayet kıymettar ve şâhâne taamlar, kaplar, murassâ nişanlar, müzeyyen elbiseler, muhteşem ziyâfetler vardır.
Bak, senin gibi sersemlerden başka herkes vazifesine gayet dikkat eder, kimse zerrece haddinden tecavüz etmez.
En büyük şahıs, en büyük bir itaatle, mütevâziâne bir havf ve heybet altında hizmet eder.
Demek, şu saltanat sahibinin pek büyük bir keremi, pek geniş bir merhameti var; hem, pek büyük izzeti, pek celâlli bir haysiyeti, nâmusu vardır.
Halbuki, kerem ise in’âm etmek ister, merhamet ise ihsansız olamaz, izzet ise gayret ister, haysiyet ve nâmus ise edebsizlerin tedibini ister.
Halbuki, şu memlekette o merhamet, o nâmusa lâyık binden biri yapılmıyor; zâlim izzetinde, mazlum zilletinde kalıp, buradan göçüp gidiyorlar.
Demek bir mahkeme-i kübrâya bırakılıyor.
Üçüncü Sûret:
Bak, ne kadar âlî bir hikmet, bir intizamla işler dönüyor. Hem, ne kadar hakiki bir adâlet, bir mîzanla muâmeleler görülüyor. Halbuki, hikmet-i hükümet ise, saltanatın cenâh-ı himâyesine ilticâ eden mültecîlerin taltifini ister; adâlet ise, raiyyetin hukukunun muhâfazasını ister. Tâ hükümetin haysiyeti, saltanatın haşmeti muhâfaza edilsin. Halbuki, şu yerlerde o hikmete, o adâlete lâyık binden biri icrâ edilmiyor. Senin gibi sersemler, çoğu ceza görmeden buradan göçüp gidiyorlar.
Demek bir mahkeme-i kübrâya bırakılıyor.
/ Sözler, Onuncu Söz