Yetkin bir kaynaktan İslam’ın ibadet ve ilmihal bilgilerini öğrenmek isteyenler, bu gayeyle edindikleri İmam-ı A’zam’ın meşhur “Fıkh-ul Ekber’ini” incelediklerinde, eserde ağırlıklı olarak akaid ve iman esaslarının ele alındığına da şahit olacaklardır.(1)
Lakabı “a’zam” olan bir İmam’ın, hem de “ekber” tamlamasıyla sunduğu bir ‘fıkıh’ kitabında fıkıh yerine akaide yer vermiş olması, okuyucusunu belki ilk anda şaşırtacaktır da...
Ne var ki, Fıkh-ul Ekber ve benzeri klasik kaynakların yaşatabilecekleri böylesi şaşkınlıklar, bir yönüyle zihinlerimizdeki ‘itikad ve muamelata’ yönelik şu muhtemel yanılgıyı da haber vermektedirler aslında: ‘Din ve iman birbirinden ayrıdırlar’(!)... Dahası, din ile imanı –ilmî gayeler dışında da- ayrı tasniflerle ve birbirinden ayrı olarak ele almayı o denli kanıksamıştır ki zihnimiz; iman esaslarının en büyük fıkıh olarak sunulması tuhafımıza gidecektir belki de biraz. (Benzer bir durum, “hâl ilmi” ile ilmihâl kitapçıklarına sıkıştırılan ilmin başka başka şeyler olduğundan bahsedilmesinde de yaşanabilmektedir çoğu zaman.)
İşte bu halin nedenleri arasında, yani insan için hayatın her anını kuşatan bir süreç olmasına rağmen imanın yine de dinden ve ‘bilgiden’ ayrı görülmesinde; “algı/anlayış farklılığı” gibi, “yetersiz dinî eğitim” gibi, ya da “bilginin İslâmileştirilmesi” meselesine yabancılığımız gibi(2) pek çok nedenin birden etkili olduğu açıktır.
Fakat bu sebepler arasına belki çoğu zaman gözden kaçan başka bir etkenin daha, yani modern bilim metodolojisine şeklini veren kültürün şu meşhur “bireyselciliğini” (ve bunun söz konusu metoda yansımalarını) eklemek de yanlış olmayacaktır muhtemelen.
Zira o bireyselciliğin modern bilim metodolojisi üzerindeki başat etkilerindendir ki: Her koşulda ferdin çıkarını ve rahatını önceleyen pragmatist bir zihniyetin bilim dünyasına hakimiyeti, bir yönüyle bilgiyi dahi ‘fertlere ayırmak’ derecesinde bir “kategorizasyon ve branşlaşma abartısını” da hakim kılacaktır (b)ilim dünyasına.
Aslında Skolastik devrin Batı dünyasına yaşattığı ağır akıl tutulmasının da etkisiyle, ‘Aydınlanma’ Çağı’yla birlikte dinden bağımsız bir düşünce hayatını bilimde ve felsefede hakim kılmaya başlayan bu Batılı ‘bilimsel düşünce’ (ve bu düşüncenin takipçileri); “felsefenin, kendisini ilahiyatla birleştiren bağı kırarak başındaki sahip ve hakimini değiştirmekle bağımsızlığa doğru yürüdüğünü ve ancak bu şekilde gerçek ilim olan pozitif tabiat ilminin doğabildiği” gibi bir iddianın da sahibidirler aynı zamanda.(3)
Oysa dünyayı Batı’dan, dini ise skolastik ilahiyattan ibaret gören bu çarpık zihniyet, aklın söz konusu ilahiyat eliyle uğradığı baskıya tepki olarak tamamen aklı ön plana çıkaracak; böylelikle bilimde Pozitivizm ve ‘akılcılığı’, dinde ise ancak böylesi bir bilimle barışık bir dini kabul edebilecektir. Buna göre, felsefe ve ilahiyat üzerinden din ile ilmin birbirlerinden bağımsız oldukları ‘ilkesini’ ortaya koymuş olan Descartes’ten itibaren ise,(4) işte bu anlayış metodik bir hal almış durumdadır.
Ne var ki, hakikate ve hakikatin taraftarları olan müminlere göre ise durum hiç de öyle değildir.
Din ve (düşünce bilimi olarak) felsefeyi birbirinden ayırmak suretiyle git gide din ve bilimi, nihayetinde ise din ile imanı birbirinden ayrı gördüren bu zihniyetin aksine; hakikat müdafilerinin bu kavramlara yönelik bakış açısını (Fıkh-ı Ekber örneğinde olduğu gibi) oldukça bilinçli bir tercihin belirlediğini söylemek mümkündür.
Örneğin, Batı’nın nankör karakterinden kaynaklanan eğilimden dolayı modern Avrupa düşüncesine etkisi şimdiye dek tam takdir edilememiş olan(5) İmam Gazalî’ye göre; Allah’ı ve O’nun sıfat ve fiillerini bildiren “İlmü’t-Tevhid” veya “İlm-i İlahî”, ilim çeşitlerinin en evveli ve de en şereflisidir. Zira insanın kemali ve saadeti ancak bu ilimle mümkün olacaktır.(6) O’na göre ilimin görevi de, zaten, insanı ebedî saadete ulaştırmaktan ibarettir.(7) İmam, tam da bu yüzden diğer bütün ilimleri “kabuğa” benzetirken, “esas/öz ve muhtevanın” söz konusu ilimde olduğunu ifade etmiştir.(8)
Yani İmam Gazalî’ye göre esas ilim, Allah’ın ilmi olan “Tevhid ilmidir”.(9)
İmam Gazalî’nin bu görüşü, haliyle, mutasavvıflardan Ebu Ali Ruzbarî’ye (öl.H.322) sorulan “İlk farz nedir?” sorusuna bu zatın verdiği: “Maarifetullah!...” cevabını da akıllara getirmektedir. Zira Cenâb-ı Hakk’a yönelişte ilk farz, “Yaratan Rabb’inin adıyla oku!.”(10) İlahî emri gereği, “gerçek okuma yeteneğini” edinebilmekle alakalıdır gerçekten de. Yani yarattıklarına bakarak her şeyde ilahî hikmetleri ve gayeleri görebilmek, dahası, onları Yaratan’dan gelen birer “mektup” olarak “okuyarak” O’nu daha da iyi tanıyabilmektir. Diğer bir deyişle, “ilk farz tefekkürdür ve marifetullahtır. Zaten, başka bütün farzların ifası, bu ilk farzın gereğince ifasına bağlıdır.”(11)
Nitekim kainatın ve içindekilerin Halık-ı Zülcelal’in isim ve sıfatlarına ayinedarlık gibi pek önemli, pek yüksek bir vazifeyle de var edildiklerini dikkate aldığımızda; aslında her bilginin, o aynalardan yansıyanları anlatabildiği oranda kıymet taşıyacağı da açığa çıkmış olacaktır. Dolayısıyla ilimler, neticelerinde Allah’ı anlatmaya hizmet eden bir disiplin, Maarifetullah’ın birer alt dalı ve de kainat kitabında yazılı olanları okumaya yarayan birer dil olabildikleri ölçüde ve de ancak o sayede asıl anlamıyla birer ilim olabileceklerdir.
Aynı manaya işaret eden Bediüzzaman Said Nursî ise, aşağıdaki veciz ifadede “öncelikle insanın bu hayattaki asıl gayesini” nazara vermekle, yine bilginin ancak imanla ve “Allah’ın ilmi” olan Maarifetullah’la kurabileceği bağlantısı sayesinde ilim nitelemesini hak edeceğini vurgulamaktadır:
“Demek insan bu âleme ilim ve dua vasıtasıyla tekemmül etmek için gelmiştir. Mahiyet ve istidad itibariyle herşey ilme bağlıdır. Ve bütün ulûm-u hakikiyenin esası ve madeni ve nuru ve ruhu; marifetullahtır ve onun üss-ül esası da iman-ı billahtır.” (12)
Evet, kapsamı bu ölçüde geniş, içeriği sonsuz derecede derin ve neticesi ise iki cihan saadeti olan söz konusu “tevhid ilmi”, demek oluyor ki insanın “artık iman ettim, halloldu..” diyemeyeceği bir önemde ve mahiyettedir. Dahası bilim, teknik, sanat, fen, edebiyat vs. gibi her müspet araçla ve hayatın her çağında tahsiline, talimine, tamirine çalışmasının beklendiği asıl ve kutlu amacıdır da.
Zira bu bilgilerin de gösterdiği üzere, hayatı dinin öngördüğü bir yaşam şekliyle ve sağlıklı telakkilerle yaşayabilmenin yolu, o hayatta hüküm süren malumatın iman ilmiyle kuracağı sürekli bağlantılardan geçmektedir kesinlikle..
İşte bu itibarla da diyebiliriz ki; bilgi, asıl bilgi olan “İlm’üt-Tevhid’i” anlamamıza hizmet edebildiği ölçüde anlamlıdır!.
Bir söz, sahibinin “İlm-i İlahî’yle” münasebeti oranında kıymetlidir!.
Ve yazılan her satır, O’nu, sanatını ve gönderdiği dini izaha hizmet edebildiği kadar değerlidir!.
Kısacası, İmam-ı A’zam’ın sadece eseri için tercih ettiği “Fıkh-ul Ekber” tabiri bile, bünyesinde bizler için hala mühim dersler barındırmaktadır...
Kaynakça:
1-Bkz.: Fıkh-ı Ekber (Aliyyül-kari şerhi), Çağrı Yay., İst.
2- Ayrı bir başlık altında incelenmesi gereken “Bilginin İslamîleşmesi” konusu, mevcut bilgi kalıplarının İslamileştirilmesi ve bilginin İslamî kökenleriyle irtibatının yeniden ortaya çıkarılması ile, -bu konudaki öncü çalışmalarıyla tanınan İsmail R. el-Farukî (1921-1986) ve S.M.Nâkıp el-Attas’ın (d.1931-) da dikkat çektikleri üzere-, kaba anlamıyla, bilginin ve dilin Batılılaşmaktan kurtarılmasını ifade etmektedir. Konu hakkında ayrıntılı bilgiler için bkz.: İslam ve Bilim Tartışmaları, Derleyen: Mustafa ARMAĞAN, Etkileşim Yay., İst.2007.
3- E.BOUTROUX, Çağdaş Felsefede İlim ve Din, (Çev.: H.Katipoğlu),MEB Yay.,İst.1997,s.16.
4- a.g.e., s.19.
5- Bünyamin DURAN, “Bediüzzaman’ı Anlayabilmek İçin Gazali’yi Anlamak”, Köprü Derg., S.61, İst.1998; ayrıca, İmam Gazalî ve düşünce hayatına etkileri hakkında bkz.: M.ŞİBLÎ, Gazali, (Çev.:Y.Karaca), Kayıhan Yay., İst.2007.
6- İmam Gazalî, İhya-yı Ulûm’id-Din, C.III, s.12.
7- S.Hayri BOLAY, Aristo Metafiziği ile Gazzalî Metafiziğinin Karşılaştırılması, MEB Yay., İst.1993, s.26.
8- a.g.e., s.29.
9- a.g.e.,s.269.
10- Alak Sûresi, 96/1.
11- Metin KARABAŞOĞLU, “Neden tefekkür?”, Peygamberin Bir Günü, Nesil Yay., İst.2008, s.51.
12- Bediüzzaman Said NURSÎ, Sözler, s.316.