Bilinmez, bilgiden çok daha değerlidir.
Bilgi, bilinmezin izinden gitmek durumundadır.
Aslolan gaybtır.
Gaybın anahtarları yalnızca O’nun (c.c.) elindedir. Bunu bazı sırlara bağlamıştır. Bu sırların keşşafı da onun peygamberleridir (a.s.).
Âdem’e isimleri öğretmiştir. Sonra gelenler de (a.s.) O’nun farklı sırlarını keşfetmişler ve nihayet en büyük sırların keşfini en son peygamberine (a.s.m.) bırakmıştır.
Mirac hadisesiyle sırlar (göğün kapıları) açılmış, paylaşılmıştır. Peygamberimizin (a.s.m.) külliyeti bu şekilde bütün kâinata ilan edilmiştir.
Âyette büyük fethin yaklaştığı söylenir, müminler müjdelenir; İsrafil’in (a.s.) Sur’u üflemesiyle göğün çoğu sırrı açılacak, hakikat (bilinmez) gözlere değecektir.
İmanın en büyük hassası gayba inanmaktır. İman hem alttan üste bir süreçtir, bilgi ve düşüncenin sonucu bilinmeze ulaşmaktır; hem de üstten alta, bilinmezi kabulden bunun ardında açılan sırları takip ederek bilgi ve düşünceyi anlamlandırmaktır.
Bu nedenle Bediüzzaman imanı 'cüz-i iradenin sarfından sonra Cenab-ı Hakk’ın kalbe ilka ettiği bir nurdur' diye tanımlamaktadır.
Bu ikili ilişki her gün 'la ilahe illallah' kelamının temsil ettiği sırlarla yenilenmekte, insan her güne bu yeni imanla başlamaktadır.
Örneğin sahabeler bir saat sohbeti Nebevi neticesinde dünyaya muallim olabiliyor, buradaki sırdır, bilgi değildir.
İman öyle bir alan açar ki, bilgi dâhil herşeyi bir bilinmezlik hamuruna katar, oradan büyük bir bilgelik ortaya çıkar. İste sahabenin ve havarilerin ve inananların sırları burada yatmaktadır.
Birçok noktada bilgi kirliliktir. Saflık sırda saklıdır.
Bilgi veya ilim neticede bir noktadır, onu çoğaltan cahillerdir.