Belki evvel de bahsettim: Hikmeti biraz daha 'bakış açısı'na yakın anlıyorum. Tarifler genelde 'gaye, esas, maksat, fayda' eksenli olsa da, beni tatmin etmiyor. Ben hikmeti, salt bir bilgiden öte, elde edildiğinde; elinize geçecek veya halihazırda zaten zihninizde olan herşeyi anlamlandıran, amaçlandıran, nurlandıran bir üstbilgi gibi görüyorum. (Belki buna 20. Söz'den istifadeyle 'düstur-u küllî' demeliyim.)
Üstbilgi bence nedir, onu da açayım: Bence üstbilgi, bir asâ-yı Musa'dır. Nereye vursanız su çıkarır. Kendinden aşağı seviyedeki bilgileri/doneleri, onunla anlamlandırabildiğiniz anabilgi türüdür. Mesela iman da bence bütün rükünleriyle bir üstbilgidir. Bir müslüman (veya başka bir inanç mensubu), sahip olduğu inanç ile ancak bilgisini değerlendirir. Bediüzzaman'ın 12. Söz'de Kur'an hikmeti ile felsefe hikmetini karşılaştırırken verdiği örneklere dikkat ederseniz, o satırlar, size iki hikmetin sahip olduğu bakış açılarından haber verirler:
"Ammâ hikmet-i felsefe ise, hayat-ı içtimâiyede nokta-i istinâdı kuvvet kabul eder. Hedefi menfaat bilir. Düstur-u hayatı cidâl tanır. Cemaatlerin râbıtasını unsuriyet, menfî milliyeti tutar. Semerâtı ise, hevesât-ı nefsâniyeyi tatmin ve hâcât-ı beşeriyeyi tezyiddir. Halbuki, kuvvetin şe'ni tecavüzdür. Menfaatin şe'ni, her arzuya kâfi gelmediğinden, üstünde boğuşmaktır..."
Burada ve devamında anlatılan bütün kıyaslamalar, bilginin miktarına değil, türüne değil; bilginin anlamlandırılış ve kullanış şekline dairdir. Çünkü o anlamlandırma ve kullanmadan ortaya şe'nler (belki bir yönüyle ahlak) çıkar.
Ben bu yüzden "Rabbinin yoluna hikmetle çağır" ayetini de biraz farklı anlarım. Ki Fiziali'l-Kur'an'da verilen anlama yakındır anladığım: "İnsanları Rabbinin yoluna maharetli bir yöntemle ve güzel öğütlerle çağır, onlarla üslupların en güzel, en etkilisi ile tartış. Hiç şüphesiz Rabbin, yolundan sapanları herkesten iyi bildiği gibi, doğru yolda olanları da herkesten iyi bilir."
Bu şekilde düşününce hemen öncesindeki ayetlerde ümmete Hz. İbrahim'in misal verilmesindeki sır da daha anlaşılır gelir. Öyle ya, Hz. İbrahim'in kavmiyle girdiği mücadele tam bir 'bakış açısı' mücadelesidir. Ve İbrahim aleyhisselam, mücadelesi boyunca muhataplarının bakış açılarını değiştirmeye çalışmıştır. Öyle ki, Kur'an, Enbiya sûresinde, kavmiyle yaşadığı diyaloğu aktarırken, bir ara içlerinden şöyle söylediklerini nakleder: "Sonra vicdanlarına dönüp 'Doğrusu zalim olan biziz' dediler." İbrahim aleyhisselamın mantığı, onları çaresiz bırakmıştır.
Kanaatimce Hz. İbrahim'i bu denli güçlü ve tek başına bir ümmet kılan bakış açısı/hikmet üzerine sahip olduğu yetenektir. Nemrut'la münakaşası esnasında da onun ölüm ve hayat verme ekseninde takıldığını farkettiğinde, orada kalıp münazarayı sürdürmez. Sahip olduğu hikmet yeteneği gereği, bakış açısını başka yöne çevirerek ona kaçınılmaz olan mağlubiyetini tattırır: "Şüphesiz Allah güneşi doğudan getiriyor, sen de batıdan getirsene..." Kur'an bize Nemrud'un bu soru karşısındaki halini şöyle tasvir ediyor: "İnkar eden şaşırıp kaldı."
Metin Karabaşoğlu abiyle Ene Risalesi'nin ahirindeki üç yolu analiz ederken de buna benzer bir noktaya geldik. Yollardan birincisi olan dağı delip içinden yolculuk etme esnasında veya ikincisi olan, etrafından dolaşıp öteki tarafına geçme sırasında insanın yaptığı şey, ‘malumatını arttırmaktı’ belki de.
Evet, hakikaten de mağdub ve dallin yollarında da bir bilgi var. Fakat bu bilgi, kendisinde başlayıp kendisinde biten bir bilgi. İsmî bir yapısı var; bir harf gibi alıp, harfî bakıp kainat kitabının size anlatmak istediği büyük dersin bir parçası haline getiremiyorsunuz. Kafanızda öbek öbek birçok şey oluyor. Ama bu birçok şey, toplanıp bir cümle haline gelemiyorlar. Bilgiyi vahiyle bağlayacak asansörleri göstermiyorlar çünkü.
Fatiha'nın ve Ene Risalesi'nin ahirindeki üç yol da biraz bize bu bakış açısını ders veriyor. Önce yerin altından bakıyoruz herşeye. Karanlıkta ve sıkışık durumdayız. Kur'an'dan bir ışık almadan geçiş olmuyor. Sonra yerin üstünden bakıyoruz. Bir derece iyi ama eksik. Çok dolaşıyoruz. En nihayet yükselip yukarıdan bakıyoruz âleme. Bakış açımız daha kapsayıcı oluyor ve bu Kur'an'ın övdüğü, Ene Risalesi'nin tarif ettiği o nimete erişenlerin yolu oluyor. Anlıyoruz ki, mesele 'asansörleri' farketmekte. Daha çok yol yürümekte değil.
"Baktım ki, o asansörler gibi nuranî menziller her tarafta var. Hattâ iki seyahatimde ve zeminin öteki yüzünde onları görmüştüm, anlamamıştım. Şimdi anlıyorum ki, şunlar Kur’ân-ı Hakîmin âyetlerinin cilveleridir."
Metin abi o derste güzel de bir örnek verdi: Eski Said'in yolculuğu da biraz böyle değil miydi? Sürekli yeni şeyler okuyan, okuduğunu ezberleyen ve ezberlediklerini tekrar eden bir genç Eski Said. Fakat Yeni Said'de dönüşürken meselenin daha çok şey bilmek değil, bildiğini doğru bir bakış açısıyla değerlendirmek olduğunu görüyor. Belki de bu yüzden bu dönüşümün en canlı şahidi olan Mesnevi-i Nuriye'sinde bütün tedris hayatını, sahip olduğu bakış açısını belirleyen şeylerle özetliyor:
"Kırk sene ömrümde, otuz sene tahsilimde yalnız dört kelimeyle dört kelâm öğrendim; tafsilen beyan edilecektir. Burada, yalnız icmalen işaret edilecektir. Kelimelerden maksat, mânâ-yı harfî, mânâ-yı ismî, niyet, nazar'dır."
Ben buraya nasıl geldim? Aslında beni bu yazıyı yazmaya iten yine 'bahtiyar doktor' mektubundaki ifadelerdi. Orada da sanki Yeni Said, işte bu yönüyle Eski Said'in malumatını masaya yatırıyor, mütefennin olduğunu düşündüğü muhatabına Eski Said'in yaşadığı tarzda bir uyanmayı tavsiye ediyordu:
"Acaba benim gibi sen dahi kafanı teftiş etsen, malûmatın içinde ne kadar lüzumsuz, faidesiz, ehemmiyetsiz, odun yığınları gibi câmid şeyleri bulursun. Çünkü ben teftiş ettim, çok lüzumsuz şeyleri buldum. İşte o fennî malûmatı, o felsefî maarifi faideli, nurlu, ruhlu yapmak çaresini aramak lâzımdır. Sen dahi Cenâb-ı Haktan bir intibah iste ki, senin fikrini Hakîm-i Zülcelâlin hesabına çevirsin, tâ o odunlara bir ateş verip nurlandırsın. Lüzumsuz maarif-i fenniyen, kıymettar maarif-i İlâhiye hükmüne geçsin."
Buradan da aynı dersi aldım: Rabbin yoluna hikmetle çağırmak, belki de muhatabına doğru bakış açısını kazandırmaya çalışmakla eş değerdi. Onu daha fazla odun sahibi yapmak veya oduna boğmak değil; elinde mevcut olan odunlarını yakmayı öğretmekti. Belki de bu yüzden bilimsel olan herşey bir zaman sonra eskirken, Kur'an'ın tedrisi hiç eskimiyordu. Demek ki; bilgi eskir; ama hikmet, eskimezdi.