İlmimizi oluşturan bilgilerdir. Bilgilerimiz delillere dayalı ve kesin olursa “ilim” sayılır. Delile dayanmayan ve gerçeği yansıtmayan bilgilerimiz “zanni bilgilerdir” hiçbir değeri ve kıymeti olmadığı gibi Allah katında da hiçbir şey değildir. Bilgilerimiz de “Zaruri Bilgiler” “Yakînî Bilgiler” ve “Zannî Bilgiler” olmak üzere üçe ayrılırlar. Mürşit ve rehber anlamına gelen delil insanı amaca ulaştıran ve bizi gerçeğin bilgisini sağlayan şeydir. Bizi bir şey hakkında hüküm vermeye götürür. Deliller üç şekilde tasnif olunurlar:
1. Aklî ve Naklî Deliller: Mukaddimeleri akla dayanan delile “Aklî Delil”, nakle ve habere dayanan delile ise “Naklî Delil” denir. “Âlem değişkendir, her değişken olan hâdistir. Öyle ise âlem hâdistir, sonradan yaratılmıştır” önermesi aklî delile örnektir. “Her asi Allah’ın emrini terk eder. Allah’ın emrini terk eden de ateşe müstahak olur” önermesi ise naklî delile örnektir.
2. Kat’î ve Zannî Deliller: Katî delil, medlulün başka ihtimale imkân vermeyen delillerdir. Zannî delil ise muhâlif ihtimalini kaldırmayan ve tevile ihtimali olandır. Kelâmcılar naklî delillerden hem sübutu, hem de manaya delâleti kat’î olanları itikâdiyatta delil olarak alırlar. Mütevâtir olmayan meşhur ve ahad deliller ilm-i kelâm ve felsefede kat’î delil kabul edilmezler.
3. Burhan ve Hatâbe: Aklî delil kat’i ve kesin olursa bürhân, zannî olursa hatâbe denir. Burhanı ancak âlim ve kültürlü olanlar anlarlar. Hatabe ise avamın da anlayacağı delillerdir; ancak itiraza da müsaittir. Kur’an-ı Kerimde her iki nevi deliller bulunmaktadır. “Allah’ı seviyorsanız peygambere itaat edin ki Allah da sizi sevsin. Peygambere itaatiniz yoksa Allah’a muhabbetiniz yoktur” (Âl-i İmran, 3:31) ayeti burhana delildir. “Bir şeyi yoktan yaratan tekrar diriltmeye kadir değil midir?” (Yasin, 36:79) ayeti ise hatâbeye delildir.
Bilgilerimiz: Bilgilerimiz çeşitli kaynaklardan gelir. İnsan duyular vasıtası ile zaruri bilgileri, deliller aracılığı ile de aklî ve yakîni bilgileri edinir. Bir de delillere dayanmayan haber niteliği taşıyan bilgilerimiz vardır. Bunlar tahkiki şekilde delillerle teyit edilmediği zaman “zannî” bilgilerimizi teşkil ederler. Zanni bilgiler gerçek de olabilir gerçek dışı da olabilir. Kesinlik kazanması için müdellel olması gerekir.
a) Zarurî Bilgiler (Zaruriyat): İnsanın duyular ile ilk anda elde edeceği ve delile ihtiyacı olmayan bilgi zarurî bilgidir. Ayrıca aklın ilk anda kabul edebileceği ve yanlışlığına ihtimal vermeyeceği bilgiler de zaruri bilgilerdir.
Zaruri bilgi kendi arasında sekize ayrılır:
1. Bedihiyat: Buna “Evveliyat” da denir. Doğruluğu kesin belli olan hususları kapsar. “Bütün parçasından büyüktür” gibi. Bu bilgiler herkesin itiraz etmeden kabul edebileceği temel bilgilerdir. Yine “Sıfat mevsufsuz olmaz. Fiil fâilsiz olmaz.” (Mesnevi, 2006, s.97) “Sani, masnu’ içinde olmaz.” (Mesnevi, 196) gibi önermeler de bedihiyattandır.
2. Fıtriyyat: Yaratılışa uygun olan ve olması gerekeni belirleyen bilgilerdir. Sayılar ve rakamlar fıtrî olan şeylerdir. “Bir tek, iki çift sayıdır” gibi önermeler böyledir. Fıtrıyat dediğimiz bilgiler bedihi bilgiden sonra gelen ve orta terim ile bilinen bilgilerimizdir. “İki dördün yarısıdır” dediğimiz zaman “Dört sayısı dört tane birden oluşur. Dördün yarısı ikidir. İki tane iki dört yapar” şeklinde bir önermeden oluşan bilgidir. Birinci ve sonuncu önermeleri atlayarak orta terim ile “İki dördün yarısıdır” deriz. Zihin bu nevi işlemleri kıyasen yapar ama bu çok hızlı olduğu için insan farkında değildir. Sayı büyüdükçe düşünmeden cevap vermek zorlaşır. Fıtrî bilgiler vasıta ile bilinen bilgilerimizi oluştururlar.
3.Müşâhedât: Beş duyusu normal olan insanların hisleri ile kazandıkları ve müşahedeye dayanan bilgilerdir. “Ateş yakıcıdır” gibi bilgiler. Açlık, susuzluk ve acı hissi veren hususlar Müşâhedât kısmına giren zaruri bilgilerdendir. Bu nevi bilgilere “Hissiyât” denir. Derûnî ve enfüsî hislerden kaynaklanırsa buna da “Vicdâniyat” denir. Misal: “Eğer bir ârıza ve bir maraz olmazsa, her bir fıtrat-ı selime Kur’ânı tesdik eder. Çünkü itmi’nân-ı vicdan ve istirahât-ı kalb O’nun envaıyle olur.” (Mektubat, 2004, s.323) “Allah'ın rahmet eserlerine hikmetle bakın. Nasıl kışın ölümünden sonra baharın yeniden diriltiyor. İşte ölülerin dirilmesi de böyledir. Baharda ölmüş mahlukatı geçen senenin aynı gibi yeniden ihya eden Allah’tır ki insanları da öldükten sonra diriltir. Allah her şeye kadirdir.” (Rum, 30:50)
4. Mücerrebât: Kişinin tecrübe ile kazandığı bilgilerdir. “Sert yerlere vurmak insana acı verir” gibi tecrübe sonucu kazanılan bilgiler bu nevi bilgilerdir. Tecrübî bilgiler duyularla ve akılla kazanılır. Ateşin yakıcı, ekmeğin doyurucu ve şarabın sarhoş edici olduğunu tecrübe ile biliriz. Tecrübeye dayanan bilgiler onu tecrübe eden için kesinlik ifade eder. Bu nevi bilgiler “Gizli Kıyas” yoluyla kazanılır. “Ateş yakıcıdır.” “Ekmek doyurucudur” önermeleri böyle kazanılan bir bilgidir.
5. Mütevâtirat: İnsanların çoğu tarafından tasdik edilerek kabul edildiği için aklın muhal ve imkânsız görmediği hükümlerdir. Misal: “Malumdur ki, üç dört muhtelif yoldan gelenler, aynı bir hâdiseyi söyleseler, yakîni ifade eden tevatür derecesine o hâdisenin kat'i vukuuna delâlet eder. İşte, meşrebce ve meslekçe ve isti'dadca ve asırca gayet muhtelif ayrı ayrı bütün muhakkikinin muhtelif tabakatından ve evliyânın muhtelif turuklarından ve asfiyânın muhtelif mesleklerinden ve hükemâ-i hakikiyenin muhtelif mezheblerinden olan bütün ehl-i keşif ve zevk ve şuhud ile ittifak etmişler ki; kâinat mezahirinde ve mevcudat âyinelerinde görülen mehâsin ve kemâlat, bir tek Zât-ı Vacib-ül Vücudun tecelliyat-ı kemâlidir ve Cilve-i Cemâl-i Esmâsıdır.” (Sözler, 2004, s.1012)
İstanbul’un Fatih Sultan Mehmet tarafından fethedilmesi gibi yalan üzerine ittifakları mümkün olmayan bir topluluğun verdikleri haberler bu nevi zaruri bilgileri içerir. Peygamberimizin (sav) hadislerinin Buhari ve Müslim gibi hadisçiler tarafından toplanmış olması ve Namaz, Oruç, Hac ve Zekât ile ilgili genel uygulamalar böyledir.
6. Hadsiyyat: Hads, zihnini sür’at-i intikalidir. Hads’de delile uzun süre düşünmeye ihtiyaç yoktur. Akıl ani olarak doğru sonuca ulaşır. “Her eser ustasının varlığına delildir.” “Bir harf kâtipsiz olmaz, bir iğne ustasız olmaz ve bir köy muhtarsız olmaz” (Sözler, 2004, s.83) gibi aklın bir anda doğruluğuna intikal edeceği bilgiler de zaruri bilgilerimizi oluştururlar. Meselâ, “Her şeyde bir birlik var. Birlik ise biri gösterir.” (Mektubat, 389) “Kâinatı güzelce tanzim eden kim ise, şu dini güzelce tanzim eden de O’dur. Evet, o nizâm-ı ekmel, elbette bu nazm-ı ecmeli ister.” (Mektubat, 329) “Dünü getiren, yarını getirdiği gibi, maziyi icad eden O Zât-ı Kadîr, istikbali dahi icad eder. Dünyâyı yapan O Sâni-i Hakîm, ahreti de yapar.” (Mektubat, 400) “Bir kitapta yazılı bir harf, yalnız bir cihette kendisini gösterir ve kendisine delâlet eder. Fakat o harf, kâtibine çok cihetlerle delâlet ede ve nakkaşını tarif eder.” (Mesnevi, 27) “Fânî, bâkiye makam ve medar olamaz.” (Mesnevi, 2006, s.73)
7. Meşhurat: Her insanın kabul ettiği şeylerdir. “Adalet iyidir, zulüm kötüdür.” “Sokrat büyük bir filozoftur” gibi bilgiler böyledir. Bu gibi hususlar meşhur bilgilerdir. Halk tarafından doğruluğu kabul edilmiş hükümlerdir. Meselâ: “Zarara rızasıyla girene merhamet edilmez ve lâyık değildir.” (Sözler, 2004, 241) “İnsan bilmediği ve yetişemediği şeye düşmandır. (Sözler, 87) “İnsan ihsanın kölesidir” (Lem’alar, 2005, s.188) “Her gelecek yakındır” (Lem’alar, 317) “Arayan bulur” (Lem’alar, s.374) gibi kazıyeler ve hükümler meşhurdur.
8. Makbûlât: Otorite sayılan ilim adamlarının ve meşhurların sözlerinin kabul görmesi gibi hususlara Makbûlât denir. Hz. Ömer’in (ra) “Adalet mülkün temelidir” sözü gibi. Makbûlât daha çok “ihtisas” prensibidir. “Bir konuda mütehassis olan birinin sözleri makbûlâttandır.” Bediüzzaman Said Nursi hazretleri “İki ehl-i ihtisas, binler başkasına müreccahtırlar.” (Sözler, 2004, s.832) buyurur.
“Bir fennin veya bir san'atın medâr-ı münakaşa olmuş bir mes'elesinde, o fennin ve o san'atın haricindeki adamlar ne kadar büyük âlim ve san'atkâr da olsalar, sözleri onda geçmez, hükümleri hüccet olmaz; o fennin icmâ-u ulemâsına dahil sayılmazlar. Meselâ; büyük bir mühendisin, bir hastalığın keşfinde ve tedâvisinde bir küçük tabib kadar hükmü geçmez. Ve bilhassa, maddiyatta çok tevagul eden ve gittikçe mâneviyattan tebâüd eden ve nura karşı gabileşen ve kabalaşana aklı gözüne inen en büyük bir feylesofun münkirâne sözü mâneviyatta nazara alınmaz ve kıymetsizdir. Acaba yerde iken arş-ı azamı temaşa eden, harika bir dehay-ı kudsi sahibi olan ve doksan sene mâneviyatta terakki edip çalışan ve hakâik-i imâniyeyi ilmel yakin, aynel yakin, hakkal yakin suretinde keşfeden Şeyh Geylani (ks) gibi yüzbinler ehl-i hakikatin ittifak ettikleri tevhidi ve kudsî ve mânevi mes'elelerde, maddiyatın en dağınık ve kesretin en cüz'i teferruatına dalan ve sersemleşen ve boğulan feylesofların sözleri, kaç para eder ve inkârları ve itirazları, gök görültüsüne karşı sivrisineğin sesi gibi sönük olmaz mı?” (Şualar, 2005, s.168-169)
b) Kesin Bilgiler (Yakîniyyat): Yakîn, yani kesinlik ifade eden bilgilerdir. Bunlar nazarî ve istidlâlî bilgilerdir. Doğruluğu kesin olan ve yanlış olma ihtimali olmayan bilgilere “Yakînî Bilgi” denilmektedir. Akıl ve zihin bu bilgilerden şeksiz olan tarafa zaruri olarak meyleder. Bu bilgile “Nefsü’l-Emre” mutabık bilgilerdir. Yani gerçeğe uygundur. Yakînî bilginin delile ihtiyaç duyulmayan kısmına “Bedihiye” adı verilir.
Yakîni bilginin de üç mertebesi vardır:
1. İlme’l-Yakîn: Akıl ve naklin, nazar ve haberin ifade ettikleri manalara denir. Bir şeyi ilim ve delil ile kesin olarak bilme, tanıma, kabul etme; aksi mümkün olmayan açık, kesin ve sağlam bilgilerdir. Kitabî bilgilerimizin çoğu teorik ve ilmî bilgilerdir. Bunların tümü İlme’l Yakîn bilgilerimizi oluştururlar. Yine dumanın ateşe delaleti de İlme’l Yakin bilgidir. Dünyanın yuvarlaklığını bilmemiz ilmin bu mertebesidir.
2. Ayne’l-Yakîn: Hissin ve müşahedenin verdiği bilgidir. Göz ile görmektir. “Ateşi görmek” Ayne’l- Yakîn bir bilgidir. Uzaydan dünyayı görmemiz dünyanın yuvarlaklığı konusundaki bilgimizi ilme’l yakînden ayne’l yakîn mertebesine çıkarır. Yine İstanbul’u veya Tokyo’yu görmek gibi bilgiler de bu nevidendir. Hz. İbrahim’in (as) “Yarabbi! Ölüleri nasıl diriltirsin?” (Bakara, 2:260) sorusunu sormasının sebebi bu konudaki bilgisini “Ayne’l-Yakine” çıkarmak içindir.
3. Hakka’l-Yakîn: Araştırma, deliller ve tecrübe neticesi olan ve eşyanın hakikatine ulaşma sonucu hâsıl olan kesin bilgidir. Böyle bir bilgi kişiyi iknâ eder, müşahede ve denemeye dayanır. Bilginin en yüce mertebesi budur. Ateşin yakıcı olduğunu tecrübe etmekle beraber yakıcılığının mahiyetini, ısının derecelerini ve fonksiyonlarını bilmek ateşi hakka’l-yakîn tanımak demektir. Hakka’l-yakîn bizzat yaşamak demektir. Ankara’yı görmek ayne’l-yakîn, Ankara’da yaşamak ise Ankara’yı hakka’l-yakîn tanımak demektir.
Yüce Allah Kur’an-ı Kerimde yakînin mertebelerini haber vermektedir. Tekâsür Suresinde Kabir meselesini ve kabir azabını haber verirken “Kabre girince bileceksiniz. Sonra kıyamette yine bileceksiniz. Keşke dünyada ‘İlme’l-Yakîn’ bilseydiniz. Cehennemi kabirde göreceksiniz. Sonra da ahirette ‘Ayne’l-Yakîn’ tekrar göreceksiniz. Sonra da mahşerde size verilen nimetlerden kesinlikle hesaba çekileceksiniz” (Tekâsür, 102:3-8) Vakıa suresinde ise cehenneme girerek azabı tadanların durumunu anlatarak şöyle buyurur: “Allah’ın ayetlerini yalanlayan sapıkların sonu cehennem ateşine atılmaktır. İşte o zaman onlar ‘Hakka’l-Yakîn’ cehennemi bileceksiniz” (Vakıa, 56:94-95) buyurarak hakka’l-yakîn mertebesinin bizzat yaşamak olduğunu ifade etmektedir. Hakka Suresinde ise kâfirlerin tüm dostlarından ayrılarak büyük bir pişmanlık ve hasreti yaşayacaklarını ifade için “onlar bunu ‘hakka’l-yakîn’ bilecekleri” (Hakka, 69:50-51) ifade edilir.
c) Zannî Bilgiler (Zanniyât): Kesinliği henüz ispat edilemeyen tahmine, teoriye ve hipoteze dayanan doğruluğu %50’nin üzerinde bir ihtimale dayanan; ama yanlış olma ihtimali de olan bilgilerdir. Bunlar da dört kısma ayrılır:
1. Müsellemât: Muhatapça kabul edilen önermelerdir. Hz. Peygamberin (sav) miracına itiraz eden bir Hıristiyan’a Hz. İsa’nın (as) göklere ref’ini delil getirmek gibi karşı tarafın itiraz edemeyeceği hususlara Müsellemât denir.
2. Muhayyelât: Yanlışlığı bilindiği halde psikolojik olarak kullanılır. “Bal iğrenç bir kusmuktur” gibi veya “Tilkinin yetişemediği üzüme koruk” demesi birer muhayelâttır.
3. Vehimiyât: Vehim ve hayal mahsulü olan ve gerçeklerle ilgisi ve alakası olmayan şeylere denir. “Her varlık yer kaplar. Allah da bir varlıktır. Allah da bir yer kaplar” demek vehimiyattandır. Aynı şekilde “Allah’ı kim yarattı?” veya “Allah kendisinden büyük bir şey yaratabilir mi?” gibi sorular da vehimiyattır ve hayal mahsulü şeylerdir.
4. Zanniyât: Zanna ve tahmine dayanan ve tahmini olarak söylenen şeylerdir. Gece duyulan bir tıkırtıyı hırsız zannetmek ve sallanan bir ipi yılan zannetmek ve korkmak gibi şeyler bu kısma girer.
Yüce Allah Kur’an-ı Kerimde inkârcıların inkârlarının zan ve tahmine dayandığını ifade eder. Zan ve tahminin ise gerçek karşısında hiçbir değerinin olmadığını belirtir. “Zalimler Allah’ın huzuruna toplanmayacaklarını zannettiler.” (Kasas, 26:39) “Kıyametin geleceğini zannetmeleri” (Fussilet, 41:50) “Firavunun Hz. Musa’nın peygamber olmadığını zannettiğini (İsra, 17:101-102) Yahudilerin Hz. İsa’yı öldürdüklerini zannettiklerini ve bu konuda kesin bilgilerinin olmadığını (Nisa, 4:157) ifade etmektedir. Yine insanların çoğunun zanna uyduklarını ve insanların çoğuna uyacak olursak onların inananları Allah yolundan saptıracaklarını (En’am, 6:116) Zannın çoğundan kaçınmak gerektiğini ve zannın bir kısmının günah olduğunu, (Hucurat, 49:12) inkârcıların bilgilerinin olmadığını ve zanna kapıldıklarını, zannın ise hak ve gerçek karşısında hiçbir değerinin olmadığını (Necm, 53:28) ifade etmektedir.
Sonuç:
Bütün bu kurallara ait, misâllerden başka, kaynak olarak aldığımız, “Kur'ân'ın hakiki bir tefsiri ve hakikatinin bir tercümanı ve mes'elelerinin bürhânı” (Şualar, 2005, s.1056). “Bu asrı, belki gelen istikbali tenvir edebilir bir mu'cize-i Kur'aniye” (Kastamonu Lâhikası, 2006, s.19) olan Risale-i Nur'da; “Uluhiyet nübüvvete bürhân-ı limmidir. Muhammed Aleyhisselâm, Sâni-i Zülcelâl'e zâtıyla ve lisanıyla bürhân-ı innidir” (İşaratu’l-İ’câz, 2006, s.231; Muhakemat, 2006, s.162) gibi daha birçok mücmel ve rasih bürhanlar mevcuttur.
Bediüzzaman müspet ilimler içinde Mantığa çok değer vermiştir. Zira doğruyu ortaya çıkarmak, hak ve hakikati ispat etmek ancak mantıkî bürhanlarla mümkündür. Yüce Allah Kur’ân-ı kerimde hak ve hakikatin ancak delillerle ve bürhanlarla ispat edileceğini belirtir. Mü’minlerin delille konuşmalarını ister. Müşriklerin ve inkârcılara da delil getirmeleri yoksa yalancı durumuna düşecekleri ifade edilir. (Âl-i İmran, 3:151; 14:9,10,11) Bediüzzaman da hüsn-ü zanna ve makbul şahıslara göre değil, delillere göre konuşmak gerektiğini ifade eder ve “İlm-i mantıkta bürhân-ı yakini, hüsn-ü zanna ve makbul şahıslara bakmıyor, cerhedilmez delile bakar ki; bütün Risale-i Nur hüccetleri, bu bürhân-ı yakini kısmındadır” (Emirdağ Lâhikası, 2006, s.168-169) buyurarak fikirlerini ve inancını ispat konusunda mantık ilminin kesin delilleri ile hareket etmek gerektiğini, kendisinin de böyle hareket ettiğini ifade eder. Yalnız, bu mebhaslar, kuru mantık kurallarının adesesinde değil, eserlerdeki siyâk-u sibakları dahilinde mütalaa edilmelidir. Zira; “iman yalnız ilim ile değil, imanda çok letaifin hisseleri vardır.” (Mektubat, 2004, s.554)
Akıl veya mantık, diğer birçok vasıta gibi istikamet dairesinde kullanıldığı an en büyük nimettir. Bediüzzaman’a göre “Hadd-i evsâtı gösterecek, ifrat ve tefriti kıracak yalnız felsefe-i şeriatle belağât ve mantık ile hikmettir.” (Muhakemat, 2006, s.47) Bediüzzaman iman ve kur’an hakikatlerinin aklî ve mantıkî delillerle ispatını yapmış ve “Akıl ve ilim ve fen hükmettiği istikbalde, elbette bürhân-ı akliye istinad eden ve bütün hükümlerini akla tesbit ettiren Kur'ân hükmedecek” (Emirdağ Lâhikası, 716; Eski Said Dönemi Eserleri, Hutbe-i Şamiye, 2009, s.330) buyurmuştur.