“Feya lil aceb!... Köle efendisine ve hizmetkar reisine ve veled pederine nasıl düşman ve muarız olabilir. Halbuki İslamiyet fünunun seyidi ve mürşidi ve ulumu hakikiyenin reis ve pederidir.Fakat va esefa bu su-i tefehhüm ve şu tevehhüm-ü batıl, şimdiye kadar hükmünü icra ederek vesvesesiyle ye’si ilka edip bab-ı medeniyet bve maarifi ekrad ve ve emsallerine kapattırdı. Zira bazı zevahir-i diniyeyi, fünunun bazı mesailine muarız tahayyül ederek ürktüler...”
On sekiz ve on dokuzuncu asırların pozitivist ve materyalist bilim adamlarının bile hayaline gelmeyecek gariplikler yaşıyoruz bu dünyada özellikle de memleketimizde.
Yalan olduğunu bile bile birileri bir şeyler yazıyor, birileri yazılanları gerçekmiş gibi anlatıyor, birileri de yalan olduğunu bile bile anlatanı dinliyor ve kimse kral çıplak demeye cesaret etmiyor, cesaret edenleri hemen aforoz ediyor çünkü bilim dininin rahipleri, o memlekette çıplaklık baki kalıyor.
Sürekli çocuklarımızın analitik, meraklı, sorgulayıcı bir ruh yapısına sahip olamadıklarından; kendilerini yetiştiremeyişlerinden, akıllarını başkalarının ceplerine koymalarından; İmanlarının, bilgilerinin, yaşantılarının taklidi olmalarından şikâyetçi olmuşuzdur. Aslında taklidi imanın temelinde de taklidi bilgi ve taklidi yaşantı, insanın her daim kendini başkasının ayakkabısında hissetmesi yatar.
Aslında çocuklarımız için söylediklerimiz öncelikle bizim için geçerlidir. Maalesef uzun bir süredir İslam dünyası olarak analitikliğimizi, merakımızı, sorgulayıcılığımızı bir kenara koyarak küreselleşmiş bir dinsiz sistemin dayattığı ön kabuller ile olaylara, fikirlere, sistemlere bakıyoruz veya bakmaya zorluyorlar. Allahtan bu sistem(ler)in tavan yaptığı hengâmda Risale-i Nur gibi bir reçete gönderildi de, bütün bu fikirleri ziru zeber etti. Zaten kısa bir zaman sonra da topunun i’rabda mahalleri kalmadı.
Askerliğini yapanlar bilir. Her şey komutladır. Yürünecek, marş; yatılacak, yat; kalkılacak, kalk; oturulacak, otur… maalesef her şeyimiz artık, sosyal hayatımız, aile hayatımız, manevi hayatımız… böyle komutlar ile yürütülür hale geldi. Bahsettiğimiz ön kabullerin kölesi durumuna düştük. “ Evrime inanılacak, inan; Dinin bilim ile çatıştığına inanılacak, inan; Dine küfredilecek, küfret, sakızın orucu bozup bozmadığı tartışılacak, tartış…(Hakaret, küfür, sloganlarımız… bile şablon halinde sunulur bu memlekette insanlara)
Her alanda bu manada çok şey görüyoruz ama konumuz bilim ve buna bağlı olarak bilim adamlarının bize sunduğu paradigmalar olduğundan bu konuya yoğunlaşalım.
Avrupa’nın “Aydınlanma” diye nitelendirdiği dönem ile beraber başladı her şey. İnsanlığın hiçbir ihtiyacına cevap veremeyen tahrif edilmiş bir din veya dinler üzerinden başladılar dinle savaşlarına ve Allah’a saldırmaya. Hz. Musa’nın şiddetle reddettiği, Samiris ve benzerlerinin “Bize görebileceğimiz bir tanrı...” İsteklerine cevap verme isteği ile: “İşte size tanrı” diye gösterdiler “Aklı” insanlığa. Hayallerinde o akıl ile mükemmel bir toplum inşa etme vardı aslında.
On yedi ve on sekizinci yüzyıllar aydınlanma felsefesine bağlı olarak mekanist dünya anlayışının doruk noktada olduğu yıllardı. Bu anlayıştan hareket ile insanı bir yönü ile bilimsel bir uğraş ile çözümlenebilecek basit bir varlık şeklinde görüyor, diğer yönü ile diğer varlıklardan daha kompleks bir varlık olduğundan, zira insan evrilmenin son noktasıydı onlara göre, akıl ve bilim projektörü ile karmaşıklığı çözümlenebilecek bir varlık olarak düşünülüyordu. İnsan matematik ve fizik formüllerine sığdırılarak bilimsel olarak çözümlenebilir. Zihinlerde tasarlanan tanrı fikrinden ancak bu şekilde soyutlanabilir. Nihai nokta: Dinin tacını bilim takacaktır.
Emile Zola’nın kafasındaki toplum, zayıflık ve korkularından dolayı zihinlerde kendiliğinden oluşan, sığınılacak yüce bir kudret anlayışının, zihinlerde silinebilmesi ve bitebilmesi ancak toplumların bilimselliğe dönüşü ve bilimin hiçbir kapalı kapı bırakmaması ile mümkün olabilecekti. O ve onun gibilere göre kendi zamanlarında zor gözükse de bilimin bu şekilde devamı ile bir zaman gelecek bu mutlaka başarılacaktı.
Auguste Comte bütün dinleri insanların ilkelliğine verir. Ona göre ilkel insanın ilkelliği ona yabancı olduğu, bilmediği, korktuğu her şeyi tanrı yapmıştır. Zamanla gelişen, tanışan, birbiri ile ilişkiye geçen insan bir tanrı üzerinde uzlaşır. Bu işin son aşaması pozitivizmdir. Ona göre aydınlanma çağı bütün bu ilkelliği ortadan kaldırmanın çağıydı. İnsanlık, aklının dolayısı ile kendinin şuuruna varmış ve bütün bu fetişlerden, metafiziki görüşlerden kendini kurtaracaktır ileriki zamanlarda.
Immanuel Kant, aydınlanmayı insanın aklını kullanarak başka akıllara (Külli akıldır bu başka akıl) ihtiyaç göstermeden kendi yolunu çözebilme yetisi olduğunu şu şekil ifade eder: “Aydınlanma, insanın kendi suçu ile düşmüş olduğu bir ergin olmamam durumundan kurtulmasıdır. Bu ergin olmayış durumu ise, insanın kendi aklını bir başkasının kılavuzluğuna başvurmaksızın kullanmayışıdır. İşte bu ergin olmayışa insan kendi suçu ile düşmüştür; Bunun nedenini de aklın kendisinde değil, fakat aklını başkasının kılavuzluğu ve yardımı olmaksızın kullanmak kararlılığını ve yürekliliğini göstermeyen insanda aramalıdır.” Kant’a göre insanın kolay kullanılabilmesi, yönetilebilmesi ve insanda tanrı fikrinin ortaya çıkışının ve bütün metafiziki anlayışların ortaya çıkışının temelinde bu kendi aklını kullanamaması yatar ki ne zaman bu cesareti kendisinde görür ve kendisini soyutlarsa işte o zaman gerçek bağımsızlığını yaşayacaktır. Sloganı da şudur: “Sapare aude.” Yani, kendi aklınla düşünmeye cesaret et!
Ludvig Andreas Feuerbach da Kant, Comte, Zola ve diğerleri gibi tanrı anlayışını zihnin bir yansıması olarak görmüş ve insanın duygularının eğitimle kayıt altına girebileceği, külli akıla gereksinim duyulmayacağını ifade ederek bireysel ve toplumsal bazda eylemlerimizin kendimizdeki sonuçları ve toplumdaki sonuçları düşünülerek hareket etme durumunda ideal bir toplum ortaya koyulabileceğine inanır ve inandırmaya çalışır.