Paradigmalarını mutlak doğru, bilen, gören ve bu doğrularını bütün insanlığa dayatmaya çalışan sistem koyucular, sistem belirleyicileri iş başında. Öyle ki orta çağ diye nitelendirdikleri çağlarıyla eş zamanlı yaşanan islamın altın çağını göremeyecek, görmeyecek, göstermeyecek kadar da orta çağ kafalılar. Kendi koydukları normlara uymayanı, yani ilahi veya ilahi olan ile uyumlu bir kültürü, gözlerini kırpmadan bir köşeye atıp görmezden gelebiliyorlar. Kendileriyle uyumlu olmayanı, araştırması ve buluşları ne kadar doğru da olsa -Buluşları kendilerine referans da olsa- o buluşları görmezden gelir veya kendilerinden olanı ön plana çıkararak yüceltirler.
Biruni istediği kadar Galilei’den altı yüz yıl önce dünyanın döndüğünü söylesin, Ebu Yusuf el Kindi istediği kadar Einstein’dan bin yüz yıl önce rölativite (izafiyet- görecelik) teorisini, Hazini yer çekimi ivmesini Newton’dan beş yüz yıl önce, Cabir bin Hayan ve Mevlana yüzlerce yıl önceden maddenin en küçük parçasını cüz’ü la yetecezza olarak tarifi ve bunun ortaya çıkmasıyla Bağdat’ın altını üstüne getirebileceği, Ebu-l Heysem bin yıl öncesinde optik, mercek, prizma, aynalar, atmosfer katmanları üzerinde istedikleri kadar çalışmalar yapsın, iddialar ortaya atsın, görüşleri, dünyevi yaşantıları, hayat felsefeleri aydınlanma felsefesi namı altında icra-i küfür eden bilim adamlarının belirlediği kıstaslara uygun olmayınca bir kıymet-i harbiyesi olmayacaktır.
Aydınlanma felsefesinin normlarına uygun olmayanın irabta mahallinin olmadığının en güzel göstergesi Müslüman mahallesinde yıllarca salyangoz satan ve hala da satmaya devam eden zihniyetin memleketimizdeki tv kanallarına, gazetelerine, dergilerine, hazırlanan ders kitaplarıdır. Bunlara bir sarf-ı nazar yeterli olur sanırım. Bu tv kanallarından ve gazetelerden birinde yorumculuk ve yazarlık yapan birinin(Yiğit Bulut) saplantı haline getirilen bu bilim dinine ve görüşlerine muhalif yazılar yazmaya başlayınca apar topar işinden kovulması bu minvalde düşünüldüğünde bunların muhalif görüşlere ne kadar hoşgörülü oldukları rahat anlaşılır sanırım.
La yuselun lehtir bunlara göre sistemlerinin dâhilinde olan bilimin ortaya koyduğu her şey. Sorgulanamazdır buyurdukları bilimsel makaleler. Reddedilemezdir bilim adamlarının beyan ettikleri fetvalar… O bilim mabedinin imamlarından biri olan Nietszche şimdi yaşasaydı “Bilim böyle buyurdu” der miydi acaba?
Bu bilim dininin rahipleri dünyanın her tarafında laboratuar mabetlerindeki rutin ayinlerinde dinin bilim ile çatıştığından dem vurarak, dine inananları yerden yere vurarak, dine meyyal olanları kendi dinlerine çekme adına bilimsel verileri çarpıtarak (Big bang ile genişlediği anlaşılan kâinatın sıçramalar gerçekleştirdiğini söyleyerek), kendi itikatlarını bilim diye göstererek (Ünlü evrimci bir biyolog: “Evrim bilimsel bir şey mi yoksa itikadi bir anlayış mıdır? Biz de tam kestiremedik. Ama bana göre bilimsellikten ziyade itikadi bir şeydir, biz böyle inanıyoruz.”), kendi akilliğini ve bilimselliğini ıspat adına Piltdown adamı gibi kendilerinin dizayn ettiği bir yalanı yıllarca British museumda sergileyerek (Yıllarca masum ve cahil milyonlarca insana kendi atalarının maymun olduğuna inandırmışlardı. O evrim dininin halis insanları da yıllarca ihlâs ile insan -orangutan karışımı atalarını British museumda ziyaret etmişlerdi.) kendi itikatlarını başkalarına dayatmışlardı.
Peki, kim bu sistem belirleyiciler, kimlerdir bu sistem koyucular? Laboratuarlarında bilime fen ve teknolojiye bir şeyler katmak için uğraşan; daha rahat bir yaşam, insanlığa bir şeyler verme, üretme adına çalışan, didinen, bilim adamları mı? Belki bahsi olunan zevattan da bunları yapmaya çalışan var ama sistemli bir şekilde aklı, bilimi ön plana çıkaran, dinin yerine bunları ikame etmek isteyenler bu bilim adamlarından ziyade dinle, diyanetle ve ilahi olanla her daim sorunu olan, nefis ve hevesine köle olmuş ve hiçbir kayıt altında yaşamak istemeyen çeşitli mihraklardır.
Saadetlerini küfürde, inkarda, yaratıcı yokmuş gibi yaşamada görmüşlerdi. Kendileri ile beraber milyonlarca insanın kanına girmişlerdi, heva ve hevesleri uğruna milyonlarca insanı helake götürmüşlerdi. Çağ adına, çağdaşlık adına, medenilik adına birçoklarının sonsuz, ebedi felaketlerine sebep olmuşlardı… Bütün asırları kucaklayan, sahib-i zaman onların bu saadet arayışlarına şu şekilde cevap veriyordu:
“ … Sen sağ elinle sakim ve dalaletli bir felsefeyi ve sol elinle sefih ve muzır bir medeniyeti tutup dava edersin ki, beşerin saadeti bu ikisi iledir. Senin bu iki elin kırılsın ve şu iki pis hediyen senin başını yesin ve yiyecek.”
Çağdaşlık ve medenilik adına her türlü ilahi olanı inkâr eden, görmezden gelen bu pis medeniyetin neticesi: Müslüman olan bir Avrupalı bayan islamı daha iyi anlamak için Türkiye’ye gelir. Zaman geçer ve hala ülkesine dönmediğini gören etrafındakiler evine, yurduna dönmesi gerektiğini söyleyince bayanın söylediği kan donduracak cinstendir: “ Bana defalarca tacizde bulunan o babam denilen canavarın yanına asla dönmeyeceğim.” Ve Avrupa istatistiklerine aşina olanların söyledikleri ise daha bir kan dondurucu: Avrupa’da ensest ilişki yüzde 70’ler civarında!
Bu haleti önceden bilen gören Bediüzzaman insanlığın saadetini, mutluluğunu sefahatte gören ve gösteren bu zihniyete: “ Ey sefahet ve dalalette bozulmuş ve İsevi dininden uzaklaşmış Avrupa! Deccal gibi bir tek gözü taşıyan kör dehan ile ruh-u beşere cehennemi haleti hediye ettin. Sonra anladın ki bu öyle ilaçsız bir illettir ki, insanı a’la-yı illiyinden esfeli safiline atar. Hayvanatın en betbaht derecesine indirir…”