Abdullah'ın medrese tahsiline başladığının ikinci yılında Said, ondaki değişiklikleri, inkişafı daha keskin, daha net görmeye başladı. Abdullah'ı, Tağ Medresesi'nden aldığı bilgiler, öğrendiği şeyler değiştiriyor, olgunlaştırıyordu. Değişip olgunlaştıkça da çevresinde, Nurs'ta itibarı artıyor, hürmet ve alâka görüyordu. Beraber okuduğu birkaç Nurslu çocukla birlikte köyde parmakla gösteriliyordu. Herkes Sofi Mirza'nın oğlu Abdullah'ın büyük bir adam, büyük âlim olacağını söylüyordu. Şeyh olacağını düşünenler, hattâ söyleyenler bile vardı.
Haftada bir gün köye izinli gelen Medreselilerin Nurs'ta meydana getirdiği hava, Said'de de okuma, onlar gibi olma arzusu uyandırmıştı. Çok şeyi değil, her şeyi bilmek istiyordu ve bunun yolunun okumaktan geçtiğini, Abdullah ve arkadaşlarının okudukça değişmelerinden anlamıştı.
Talebeler köyde bir araya geldiklerinde medresede öğrendiklerini konuşuyor, farklı meselelerde tartışıyor, kendi aralarında bilgi yarışlarına giriyorlardı. Abdullah'ın bu tartışma ve yarışmalarda arkadaşlarının önüne geçtiği Said'in gözünden kaçmıyordu. Kardeşinin üzerinde artan tesirini farkeden Abdullah ise ölçülü bir büyüklük havasına giriyor, oturma kalkmasına daha bir dikkat ediyor, emsali çocukların kullandığı kelimeleri kullanmaktan imtina ediyor, argodan uzak duruyor, daha çok medrese dili ile konuşuyordu.
Talebelerin Arabça öğrenmeleri, sadece Kürtçenin konuşulduğu Nurs'ta konuşmalarının arasına Arabî kelimeler koymaları, zaman zaman aralarında yeni öğrendikleri bu dilden çat-pat konuşmaları da Said için başka bir merak mevzuu idi. Anlamıştı ki, büyük bir âlim olacaksa Arabçayı da iyi öğrenmesi, iyi bilmesi ve iyi kullanması gerekiyordu.
Abdullah'ın evde yüksek sesle yaptığı gramer ve hıfz tekrarlarına bazen muzipçe tebessüm etse de daha çok dikkat ve merakla dinliyordu. Ama sıra kendisine geldiğinde bu tekrarları ya hiç yapmayacak ya da kimsenin olmadığı yerlerde yapacaktı. Nedense talebelerin bu tekrar çalışmalarında gülümseten, tuhaf bir şeylerin varlığına kani idi.
Abdullah'ın emsalleri olup medreseye gitmeyen arkadaşlarına, bazen daha büyük olanlara bile Kur'an öğretmeye çalışması da erken başlaması gerektiğini öğretti Said'e. Bir akşam üstü, henüz alaca karanlığın çökmesine saatler varken, Abdullah'a âdeta emreder gibi, "Ben de okumak istiyorum!" dedi.
Akşam yemeğini dışarıda pişirmeye çalışan annelerinin yanı başında başlayan bu konuşma bütün meşguliyetine rağmen onun da dikkatini çektiğinden kısa bir bakış fırlattı çocuklarına. Abdullah anlamamış gibi, hafif de alaya alan bir tavırla, "Bekleyeceksin, henüz küçüksün!" dedi.
Said'in önce alnı kırıştı, sonra gözlerine bir asabiyet çöktü. Kızdığında emsallerine korkutucu gelse de ebeveyni bu halinde gülümseten bir şeylerin olduğunu farkedip tebessümle karşılıyordu. Fakat kendisinden sadece iki buçuk yaş kadar büyük olan Abdullah için vaziyet öyle değildi, kızdığında Said'in neler yapabileceğini, daldıkları kavgalardan iyi biliyordu. Her ne kadar kendisi için Medrese hayatıyla birlikte kavgalar faslı bitmişse de Said için azalarak da olsa devam ettiği, sır değildi.
"Küçük değilim ve bilmek istiyorum!" diye karşılık verdi, sert bir ses tonu ile.
Abdullah, onu bir parça sakinleştirmeye çalıştı:
"Nasıl öğreneceksin peki?"
Said tereddüd etmedi:
"Sen öğreteceksin, arkadaşlarına öğrettiğin gibi!"
"Ben haftada bir gün geliyorum, bir günle öğrenemezsin!"
"Sen anlat, öğrenip öğrenememek benim meselem! Sen yokken de Hanı'den yardım alırım, o çoktan öğrendi bile."
Doğru söylüyordu, Hanı, kendisindeki fıtrî merakla, eline geçen her yazılı kâğıt parçasını sökmeye çalışmakla neredeyse okumayı bir başına halletmiş, Kur'an öğrenmeyi de bilen kadınların yardımıyla öğrenmişti.
"Pekâla!" dedi Abdullah. "Haftaya başlayalım o zaman."
"Hayır, şimdi. Haftaya çok var..."
Kurtuluşun olmadığını anlayan Abdullah, bilmecburiye bir tavırla,
"Tamam ama yine de şimdi değil, yemekten sonra!" dedi.
Said, Nurs'un üstüne çoktan çöküp derenin karşı kıyısında yükselmeye devam eden gölgeye, tutunmaya çalıştığı tepelerde gölgeye mağlub düşüp habire daha yükseklere çekilen güneşin çiğ aydınlığına baktı. Yemeğe de akşama da çok kalmamıştı, lâkin idare çırasının gazyağı ve is kokan cılız aydınlığı canını sıkıyordu. Yine de itiraz etmedi...
Not: Bediüzzaman romanından kısacık bir bölüm...