“Bu zamanın en büyük farz vazifesi, ittihad-ı İslâm’dır.”
Bediüzzaman Said Nursî bu sözü söylediğinde tarih 1909’dur ve bu tarihten sonra yaşadığı 51 yıl boyunca da bu sözünün arkasında durmuştur. Bu da, bu sözün bir anda ve bir hevesle söylenmediğinin; önünü arkasını, başını sonunu, siyakını sibakını düşünerek bu sözün sarfedildiğinin delilidir.
Nitekim, onun önceki hayatına bakıldığında, henüz yirmisine gelmemiş ama ‘Bediüzzaman’ ünvanıyla anılmaya başlanan icazet sahibi çok genç bir âlim olarak, bu sözün en az onbeş yıllık bir kökünün olduğu görülür. Yaşadığı bölgede gözlemlediği meseleler, dahası bu meselelerin esasen bütün âlem-i İslâm’ın ortak meselesi olduğunu keşfetmesini sağlayan tecrübeler, onu hâlihazırda Müslümanların en büyük meselesinin, birbirini besleyen unsurlar olarak, “cehalet, zaruret, ihtilaf” olduğu sonucuna çoktan getirmiş haldedir. Düşülen yer bu ise, ümmetin derlenip toparlanması için bunları aşması gerekir.
Bu çerçevede ihtilafı aşmak ise, tek fikirde ve tek adamda buluşmak değildir. Çünkü ehadiyetinin bir tecellisi olarak Allah her insanı ayrı bir mizaç ve istidadla yarattığı gibi, yaratılmışlığı içinde hiçbir insan hakikati bütün veçheleriyle kavrayıp kuşatmaya muktedir değildir. Dolayısıyla, en büyük mesele olan ihtilafın halli ve en büyük farz vazife olan ittihadın temini, farklılıkları tehdit olarak algılayıp ihtilafları yok etmekten değil, farklılık içinde beraberliği başarıp ihtilafı yönetmekten geçmektedir.
Bu sözü söylediği 1909’dan sonra Bediüzzaman’ın yazdığı eserlere bakıldığında, daha 1911’de neşredilen Hutbe-i Şâmiye, Muhakemat ve Münazarat’ta, ‘ihtilafı yönetme’ ve ‘farklılık içinde beraberliği temin’ noktasında üretilmiş bir dizi düşünce bizi karşılar. Bütün bu düşüncelerin bir-iki senenin eseri olmadığı bellidir.
Birinci Dünya Savaşı’nda Rus işgaline karşı cihad ederken Bitlis’te esir düşmesinin ardından sevkedildiği Kostroma’dan firar edip 1918’de İstanbul’a avdet ettikten sonra yazdığı eserlerde, yine bu hususun izini ısrarla sürdüğü görülür. Lemeat ve Sünuhat, bu konuya dair -“siyasetten istiaze” dahil- çok önemli notlarla yüklü olduğu gibi, Tuluat isimli küçük ama derin risale, doğrudan bu konuya dair bir soruyla başlar ve bu meseleye dair daha sistematik bir cevap içerir.
Bediüzzaman’ın hayatı boyunca dert ettiği bu mesele üzerine düşüncelerinin nihaî kıvamını ise ‘Yeni Said’in 1927’den başlayarak telif ettiği risalelerde buluruz. Özellikle de, meselenin ontolojik arkaplanına dair “Yirmidördüncü Söz”, meseleye dair uygulamaya dönük damıtılmış tahliller içeren Uhuvvet Risalesi (“Yirmiikinci Mektub,” birinci kısım) ve birbirini takip edip tamamlayan İhlas Risaleleri (Yirminci ve Yirmibirinci Lem’a) bu noktada eksen risalelerdir. Bediüzzaman’ın talebeleri ve sair zevât ile mektuplaşmalarını içeren lâhikalar ise, bütün bu risalelerde dile getirilen ölçülerin bilfiil nasıl anlaşılıp uygulanacağını ‘örnek olaylar’ üzerinden bize gösterir.
Uhuvvet Risalesi’nin, bütün bu risaleler arasında elbette mümtaz bir yeri vardır. Said Nursî’nin ‘müsbet ihtilaf’ ve ‘müsbet hareket’ kavramlarını ilk defa serdettiği bu risale, mü’minlerin Kur’ân’ın tarif ettiği üzere ‘ancak kardeş oldukları’ idrakiyle yaşamaları için husumet ve adaveti, kin ve nefreti aşıp re’fet, muhabbet ve merhametle birbirlerine bakmaları için bir zihnî-hissî zemin tesis eder. Düşmanlığın ve düşmanca hisler taşımanın hakikat, hikmet, İslâmiyet, kişinin iç dünyası, Müslümanların ortak hayatı ve manevî hayat açısından yanlışlığını ayrı ayrı ortaya koyan bu kısa ama derin risale, uhuvvetin tesisi için zihinde tesis ettiği ölçülerle, ‘kognitif psikoterapi’ üzerine çalışanların bilhassa tahlil etmesi gereken çok önemli yöntemler önermektedir.
Bu risalenin hayatımızı sair mü’minlere karşı husumetle değil uhuvvetle, nefretle değil muhabbetle yaşayabilmemiz için önerdiği yaklaşımlardan biri, hepsini eşit değerde olarak terazinin kefesini koyduğumuz unsurlar arasında, özgül ağırlığına ve değerine göre bir ayrıştırmanın gerekliliğidir. Mü’minlerin ittihad ettikleri konular da, ihtilaf halinde oldukları hususlar da vardır; ama düştükleri en önemli zihnî-hissî hata, bu unsurları hepsine aynı sayısal değeri atfederek heybeye koymalarıdır. Oysa bunların, sayısal değer açısından binler basamağına, yüzler basamağına, onlar basamağına ve birler basamağına yerleştirilmesi gerekenler vardır; husumete mazeret veya haklılık üreten yaklaşımlar ise, bunların hepsini aynı basamağa koymaktan çıkmaktadır:
“Evet, tevhid-i imanî, elbette tevhid-i kulûbu ister. Ve vahdet-i itikad dahi, vahdet-i içtimaiyeyi iktiza eder. Evet, inkâr edemezsin ki, sen bir adamla beraber bir taburda bulunmakla, o adama karşı dostâne bir rabıta anlarsın; ve bir kumandanın emri altında beraber bulunduğunuzdan, arkadaşâne bir alâka telâkki edersin. Ve bir memlekette beraber bulunmakla, uhuvvetkârâne bir münasebet hissedersin. Halbuki, imanın verdiği nur ve şuurla ve sana gösterdiği ve bildirdiği esmâ-i İlâhiye adedince vahdet alâkaları ve ittifak rabıtaları ve uhuvvet münasebetleri var.
Meselâ, her ikinizin Hâlıkınız bir, Malikiniz bir, Mâbudunuz bir, Râzıkınız bir—bir, bir, bine kadar bir, bir.
Hem Peygamberiniz bir, dininiz bir, kıbleniz bir—bir, bir, yüze kadar bir, bir.
Sonra köyünüz bir, devletiniz bir, memleketiniz bir—ona kadar bir, bir.
Bu kadar bir birler vahdet ve tevhidi, vifak ve ittifakı, muhabbet ve uhuvveti iktiza ettiği ve kâinatı ve küreleri birbirine bağlayacak mânevî zincirler bulundukları halde, şikak ve nifâka, kin ve adâvete sebebiyet veren örümcek ağı gibi ehemmiyetsiz ve sebatsız şeyleri tercih edip mü’mine karşı hakikî adâvet etmek ve kin bağlamak, ne kadar o rabıta-i vahdete bir hürmetsizlik ve o esbab-ı muhabbete karşı bir istihfaf ve o münasebât-ı uhuvvete karşı ne derece bir zulüm ve i’tisaf olduğunu, kalbin ölmemişse, aklın sönmemişse anlarsın.”
Bu bahiste dile getirildiği üzere, esmâ-i hüsnâ açısından bakıldığında, binler basamağında bir birlik söz konusudur. Çünkü herkesi aynı Hâlık yaratmıştır, hepsi aynı Rabbin kuludur, hepsi de aynı Rezzâk-ı Kerîm’in sofrasından doymaktadır… Ve mü’minler, öte taraftan aynı dinin mensubu olup aynı kıbleye karşı saf durup namaz kılmakta, aynı peygamberin sünnetine ittiba ederek yaşamaktadır.
Mü’minleri binler ve yüzler basamağında birbirine bağlayan rabıtalardır bunlar. Sonra bazılarını bazılarıyla birbirine bağlarken başka bazılarından ayıran onlar basamağında hususlar çıkar karşımıza. Aynı devletten, aynı memleketten, aynı milliyetten, aynı dilden; yahut, ayrı devlet, ayrı memleket, ayrı milliyet, ayrı dilden olmak gibi râbıta veya farklardır bunlar. Son basamakta ise, ancak birler basamağında bir sayısal değer içeren rabıtalar veya farklar çıkar karşımıza: aynı meslekten, aynı meşrepten, aynı sınıftan, aynı partiden, aynı takımdan; yahut ayrı meslek, meşrep, sınıf, parti veya takımlardan olmak gibi râbıta veya farklar…
Gelin görün ki, ortadaki tabloya bakıldığında görülen, ancak birler, en fazla onlar basamağında bir sayısal değer taşıyan hususlara yüzler, hatta binler basamağında imiş gibi kıymet verilmesi; buna karşılık, binler ve yüzler basamağındaki asıl ortak değerlerin ya tamamen gözardı edilmesi veya onlara en fazla onlar ve birler basamağında bir kıymet atfedilmesidir.
Elbette zihin ve kalb böyle berbat bir aritmetikle çalıştıktan, böyle zalim ve yanlış bir hesaplama yaptıktan, basamakları böyle kaydırdıktan ve yerlerini değiştirdikten sonra, birbirini bağlayan o büyük râbıtaları görmesi gereken göz onları değil farkları görür. Bu zalim matematikle, bine bir, bire bin kıymeti verip, bini bire kırdırır. Dolayısıyla, hakikat noktasında kardeşi olanı kardeşi olarak göremez, bilakis düşmanı nazarıyla onu değerlendirir.
Müslümanların bilfiil tecrübe ettikleri böyle bir tablodur ki, Bediüzzaman’a şu sözleri söylettirmiştir:
“Ey insafsız adam! Şimdi bak ki, mü’min kardeşine kin ve adâvet ne kadar zulümdür. Çünkü, nasıl ki sen âdi, küçük taşları Kâbeden daha ehemmiyetli ve Cebel-i Uhud’dan daha büyük desen, çirkin bir akılsızlık edersin. Aynen öyle de, Kâbe hürmetinde olan iman ve Cebel-i Uhud azametinde olan İslâmiyet gibi çok evsâf-ı İslâmiye, muhabbeti ve ittifakı istediği halde, mü’mine karşı adâvete sebebiyet veren ve âdi taşlar hükmünde olan bazı kusurâtı iman ve İslâmiyete tercih etmek, o derece insafsızlık ve akılsızlık ve pek büyük bir zulüm olduğunu, aklın varsa anlarsın.”
Basamaklar gözardı edilince, dahası bununla kalınmayıp binle bir yer değiştirince, olan ancak budur. Bu kadar yanlış bir hesaplamadan sonra, elbette sıradan çakıl taşlarını Kâbe’ye tercih eder, küçücük taşları Uhud’dan büyük ve değerli görür bir insafsızlık, akılsızlık ve zulüm…
Böyle olmaması için de yol bellidir dolayısıyla. Herşeyi ait olduğu sayısal basamağa yerleştirmek, her bir şeyi gerçekten taşıdığı sayısal değeri içinde değerlendirmek, ölçüm ve hesaplamayı da buna göre yapmak…
Bu yapıldığında, beraber veya farklı olunan hususlar doğru basamağa yerleştirildiğinde, arasında devlet, memleket, milliyet, dil, takım, sınıf, parti, meslek, meşrep.. açısından büyük farklılık olanların dahi, sonuçta terazinin aynı kefesinde kaldığı; zira bütün bu farklılıkların toplamının onları bir, beraber ve kardeş kılan unsurların sayısal değerine asla ulaşamadığı ve ulaşamayacağı görülecektir.
Durum bu iken, râbıtalara değil, farklara dikkatlerimizi yöneltenler, dahası farklılıklar hatırına râbıtaları gözardı etmemizi isteyenler, basamakları unutturup bini bire kırdırtarak kardeşine düşman nazarıyla bakmaktan kendisine ikbal umanlar var…
Aman dikkat!
Dikkat edilmezse ne mi oluyor?
Birbirine kardeş olanlar, birbirine düşman oluyor. Birbirinin yüzüne bakması gerekenler birbirinden yüz çevirir hale geliyor. Bir ile bin yer değiştiriyor, binler bire kırdırılıyor…