Zihninizi bir konu üzerinde sabit tutmakta zorlandığınızda yapabileceğiniz en faydalı şey; belli bir konu hakkında yazmamaktır. Evet, bence bu halin tek çaresi ve devası budur. Zira zihin her zaman, bir mantık silsesi içerisinde cümleleri şekillendirmek istemez. Bazen daldan dala atlamak da yazının tabiatı olur. (Hatta bazen yazı bizzat bunu ister.) Olmadık yerde aldığınız bir nefes, olmadık bir yerde bahsettiğiniz hikâye, alıntı, anektot yazınıza bir ahenk, bir ruh, bir zenginlik katar. Bu yüzden bu türden yazarlar, isteseler de akademik üslubun sınırları ve kalıpları içinde cümle kurmayı beceremezler. Kalıplar içerisine girmek, bir şeyi belirli öğelerin aynı yerlerde yer aldığı cümlelerle betimlemek onlar için ölüm gibidir. Hatta ölümden de beter bir histir, bir eziyettir. Çünkü cümleleri özgürlüğe alışmıştır.
Hayatını özgür yaşamaya alışmış olanların da cümleleri özgürlüğe meftun olur. Hem kendilerine ait tarzları, ekolleri olur. (Zira ekolleri özgürlükler ortaya çıkarır, sınırlar değil.) Kalıpların şablonperest insanlarıysa, önceden kurulmuş cümleleri yeniden kurmayı severler. Klişeye bayılırlar. Tekrara düşmekten gocunmazlar, önemli olan kalıpta sapmanın olmamasıdır. Hatta kalıpta sapma yapanlar, yeni bir şeyler de üretmiş olsalar kabullenilmezler, barındırılmazlar.
Akademisyenlerimiz alınmasınlar, fakat insanları kemale taşıma yolculuğunda tarzlarını çok da başarılı bulmuyorum. Bir fakülteden mezun olan herkesin tıpkı hocası veyahut mesleğin arzu ettiği şekilde cümleler kurduğu bir dünya, benim için, benim gibiler için, fikri özgürlüğe meftun olanlar için, pek yaşanılası bir yer değil. Elbet de onların varlığını da, gerekliliklerini de, bazı hallerde zaruretlerini de inkâr edemeyiz. Ama varlığı kabul edilen, saygı duyulan, aynı zamanda her şeyiyle doğruluğu kabul edilen anlamına gelmiyor. Mesela ben, akademik yazım kurallarının, ilmi, halkın anlayabileceği lisandan uzaklaştırma çabası içinde olduğunu (bunu gayri ihtiyarı yapsalar bile) düşünüyorum.
Belirli bir zümrenin, sadece kendilerinin anlayabileceği şekilde ifade ettiği hakikatler; bir yönüyle bana İncil’i halkın anlamasına engel olmak için kendi dillerine tercüme etmeyen papazların halini hatırlatıyor. Belki bu çok kirli bir benzetme oldu, fakat bugünün entelektüeli de, aynı şeyi kültürel değerler adına yapmayı bir marifet sanıyor. Halkın anlamadığı, anlayamayacağı bir şekilde konuşmayı bir kalite göstergesi, bir hüner, bir zinet olarak addediyor.
Hâlbuki eğer böyle konuşmak, böyle yazmak, ilmi böyle nakletmek bir hüner olsa idi; bizzat Cenab-ı Hak, Kur’an-ı Hakîm’i sadece elitlerin(!) anlayacağı bir lisanla indirmeye daha layıktı. Fakat aksine biz biliyoruz ki, Kur’an, zamanın eskimesine rağmen eskimeyen, her millete ve idrakine nüfuz eden ve en önce avamın nazarını celbedip kendisine çeviren bir yapıya sahip. Demek ki, ilmin bir hüviyeti, bir hüneri de herkese ulaşabilmeye bakıyor. Belli bir zümreye ait olmaksa, aslında o ilmin kemaline bir nakise getiriyor adeta…
Bu noktada Bediüzzaman’ın “Âlim koyun olmalı, kuş olmamalı” sözünü de çok anlamlı buluyorum. Bediüzzaman’ın daha kendi çağının edebiyatı içinde bilginin sunum şekli açısından bir eleştiriye giriştiğini, ulemayı halkla içiçe olmak ve halkın dilini konuşmak anlamında şevklendirdiğini düşünüyorum. Şimdi bazıları bu cümlelerimin ardından “O halde kendisi neden sebep eserlerini bu kadar ağır bir dille yazmıştır acaba?” diyebilirler. Hayır efendim, siz anlaşılmazlık ile sanatı karıştırıyorsunuz. Derinliği olmayan cümleler okumaktan, nazarınızda dikkat ve fikrinizde keskinlik eksilmiş. Onların eksikliğini metne veriyorsunuz. Hatta bazılarınızın okumaya hiç gönlü yok, fakat gönle bir mazeret bulmaya çalışıyorsunuz.
Bediüzzaman’ın davasını ilk anlatmaya başladığı yerlerde, talebelerinin genelde halkın içinden insanlar olması, eserlerinin ve onun nasıl bir gelişim modeli peşinde olduğunu göstermek için yeterlidir. Ve toplumun topyekun idrak seviyesini, algılamasını yükseltmeyi, kurumlarıyla birlikte devleti yükseltmekten daha üstün gördüğüne de ispat etmeye, ömrü boyunca yüzü halka dönük, lakin siyasetten uzak yaşadığı sade hayatı yeter. Bu bakımdan Bediüzzaman, aslında bilindik aydın profili için de bir sorgulamadır. Hiç olmadık bir coğrafyadan, hiç beklenmedik bir eğitimle çıkıp gelmiş; o devrin ulemasına meydan okumuş, ilzam etmiş ve nihayetinde ulemanın aksine devlete sırtını dönüp davasını sivil bir gayret içerisinde sürdürmüştür. Onun başarısının en büyük sırrı budur.
Osmanlı’nın duraklamasını ve gerilemesini orduya bağlayan ve ordunun ıslahı ile ülkenin ıslah olacağını sanan kadim geleneğe bir sorgulamadır Bediüzzaman’ın hayatı. “Güçlü ordu, güçlü devlet” anlayışının yüzyılları aşan tecrübe edilme yolculuğundaki başarısızlık, Bediüzzaman’ı “Hamiyeti milleti olan tek başına millet insanlar” oluşturma idealine itmiştir. Onun kendi terminolojisi içinde ifade ettiği “Saidler” belki de onlardır. Her birinin zihni uyanık, kalbi gafletten, cehaletten silkinmiş; fikriyse alev alev keşf ile yanan insanlardır. Yoksa insanı ıslah olmamış bir devletin ıslah ettiği kurumlardan ne hayır gelebilir ve gelmiştir? İnsanlar kurumları oluşturur, kurumlar insanları değil. Devletin de, kurumların da, düzenin de özü insandır. İnsanı yaşatan, devleti yaşatır. Bu tavuk mu yumurtadan, yumurta mı tavuktan meselesinde yumurtaya ehemmiyet vermeyenler, hiç tavuk elde edemediklerinden, mağlubiyete düçar olmuşlardır.