“Bir büyük adama ve bir veliye ve bir şeyhe
ve bir büyük âlime karşı nasıl hür olacağız?”
Üstad Bediüzzaman’ın Münazarat’ında yer alan bir arabî ibarenin tercümesini dibace olarak yazmak isterim: “Eski âlimler ve şairler saadet onları aydınlattıkça kendilerini yönetenleri övdüler; sizler olmasaydınız biz bu saadete erişemezdik dediler. Fakat kendilerini yöneten onlara zulmedince hemen zamana söverlerdi.”
Böyle yapmaktan ve suçu zamana atmaktan Allah’a sığınırım. “İnsan için ancak yaptığının karşılığı vardır” olan hükm-ü güzide saadetin de kesafetin de bizim amelimizde içkin olduğunu söylüyor; ateşe elini sokan yanacak, kendini damdan atan kafasını kıracaktır; saltanatımız da sefaletimiz de esasen kendi kesb ve fikrimizden necat bulmaktadır. ‘Büyük’ bildiğimiz bir adamdan bahsetmekle, onun şahsında kendimizle münazara ediyoruz demektir. O, adeta kendimizi özeleştiriye tabi tutuşumuzun bir aynası haline gelir. Zira çoğumuzun büyük adam bildiklerimizle ne bir mesaisi ve tanışıklığı var; ne de onlar, milyonlarcasını olduğu gibi bizi tanımaktadır.
Dindar ve demokrat hükumet
Eskiye nazaran şimdi daha ferah bir ortamda yaşadığımızı, henüz gerçek saadet ve medeniyetin yirmide birini görmediğimiz şerhini de düşerek söyleyebilirim. Milletimizin gayretli evlatları çok uzun süredir istibdat ejderhasıyla ve cumhuriyet perdesi altında yapılan baskı, zulüm, ayartma, sürgün, hapis ve cezalarla boğuşmakta iken; Demokrat Parti ile yakaladığımız bir fırsatı elimizden bırakmamak için çok çalıştılar, çok zillet ve meskenet sıkıntıları çektiler. Neredeyse her on yılda tekrar eden menhus saldırılar ve darbeler, temayüz etmiş birkaç vatan evladının arkasında ısrarla durularak ve asayişi temin etmeye çabalayan hükumetlere destek verilerek bertaraf edilebildi.
Said Nursi, daha 1905’li yıllarda payitahtı ziyaret eden Japon Prensinin ahirzamanla ilgili hadislerin teviline ilişkin sorularına verdiği cevaplarla yaşayacağımız uzun ve sıkıntılı dönemi haber vermişti; biz önce anlamamıştık, sonrasında iş işten geçmiş oldu, pek çok sıkıntıya giriftar oluverdik. Bütün bu çileleri, anayasamızda çerçevesi çizilen devlet kurumlarımızda fiili olarak uygulanan yarı örtük istibdatın ortadan kaldırılması uğruna çektik. En son 28 Şubat’ın karanlık günlerinden sabır ve niyazla, dik durarak sıyrılmayı başardık; sabrımızın mükâfatı olacak büyük bir istikbalin ucunu yakaladık.
Bu uzun bir süreçti. Bu süreçte güvendiğimiz ve iyiliklerde yarışsınlar diye kamet-i kıymetlerinden daha fazla olarak kendilerine iltifat ettiğimiz pek çok kişi geldi, geçti. İltifatlarımız bu milletin sırtından alınmış ve esasında milletin yapıp ettikleri iyilikler olup yine milletin kendisini sena için bir vatan evladı nezdinde söylenen iltifatlar türünden olduğu halde, bu kişilerin bir kısmı bu senalar kendilerine ediliyormuş ve her bir söyleneni hak ediyormuş gibi milletin ortak feyzini kendilerinde tasavvur etmeye başladı; başta mütevazı iken millet kendilerinin teb’alarıymış ve kendilerine muhtaç imiş gibi davranmaya başladı.
Bu durumları yaşamamızın elbette hikmet ve kader cihetiyle birkaç sebebi var. Kader ciheti ise hikmet cihetiyle ekseriyetle çatışmaz. Yani ne ekersek onu biçeceğimiz aşikârdır.
Millet olarak en kritik kusurlarımızdan birisi içimizde doğru dürüst bir ‘muhalif düşünce’nin oluşmasına fırsat tanımamaktı. Hala, muhalefet denilen şeyin esasında en ihtiyaç duyduğu zamanda bir milletin şerefini kurtaracak ve yanlışa gitmesinin önünde uyarıcı bir figür olacak mühim araçlardan biri olduğunu anlamamakta direnen kabileci bir yaklaşımımız var. Abdülhamid-i Veli’den beridir muhalefete saygı duymuyoruz, onun başını ezmek için her bir fırsatı değerlendiriyoruz. Oysa muhalefete hayat hakkı tanımayan bütün sosyolojik birimler istibdat altında yaşamaya mahkûm oluyorlar. Baba oğula, şeyh talebesine yaptığı istibdat ile onu isyana ve serkeşliğe sürüklediğine pek çok vakıa ile şahit olmuşuzdur. Muhalif düşünceye yapılan her bir su-i kasd, müsaadesizlik ve tahakküm, aslında, daha kötü bir surette, komitacılığın, devrimciliğin, cuntacılığın, şimdilerde popülerleşen bir söylemle paralel yapıların oluşmasının önünü açacaktır. İslam tarihinde Mutezile, Cebriye, Mürcie gibi dalalet fırkalarını ortaya çıkartan işte bu mütekebbir ve müstebit yönetim anlayışıdır.
Biz, kendisini hekim-i hazık gören ve milleti de hasta yerinde sayan erkân-ı devletpenahilerden çok çektik. Kamuoyu dediğimiz büyük meydanda, üniversiteler, basın ve yayın âlemi, meşveret meclisleri ile cemaat ve cemiyetler tarafından ortaya konulan hastalıkları ve çarelerini ele alıp, milleti hazık hekim ve kendisini bunları gerçekleştirmekle mükellef hizmetkâr olarak gören bir hükumettir ki istibdatın zehrinden kurtulabilsin. Matlub ve taltif olunan hükumet, heva ve hevesini ve bir takım dalkavukların havalandırmalarını dinleyip millete reçete dağıtmaya kalkışan değil; yine milletçe ve medenileşmiş ülkelerin tecrübeleriyle ortaya konulan reçeteleri uygulamakla kendini vazifeli ve sınırlı bilen bir hükumettir. Bu ise, şura-yı milleti işletmekle, kuvvete değil hakka dayanmakla, kanun ve hukuku işletmekle, en önemlisi bilime dayanmakla olur.
Bu milletin geçmişten gelen hastalıkları bellidir. Hem istibdat düşüncesinde olup hem de bu hastalıklara çare bulmak mümkün değildir. İstibdatı kaldırmanın ve milleti efendi konumuna yükseltmenin temel şartı “anayasayı meşru ve demokrat bir şekle sokmak; milletin hissiyatını ve fikriyatını adalet duygusunu tesis edecek şekilde hukuki metinlere yansıtmak”tır. Fakat demokratik düşüncenin olgunlaşması yolunda ve saadet saray-ı istikbale uçmak için yapılacaklar bununla kalmaz; bu daha işin başıdır.
Her şeyden evvel öncelikle yüzyıllardır sıkıntısını çektiğimiz cehaletin izalesi en mühim işimizdir. Cahil halk ne hakkını bilir ne de kendine uygulanan istibdatı tanıyabilir. Demokrasi ancak eğitimli ve aydınlanmış insanlarla yaşatılabilir. Cehaletin izalesi için ise başlangıç eğitiminin anadilde yapılması ve resmi lisanın öğretilmesi gibi kaidelerin işletilmesi gerekir.
Milletin kalb hastalığının tedavi edilmesi için modern bilimlerin İslam’ın temel bilgileri ile beraber verileceği bilim ve araştırma kurumlarının kurulması yapılacak işlerin başında gelmektedir.
Millet düşmanlarının sıkça kullandıkları husumet duygularının tedavisi için millet fikrinin tekrar uyandırılması ve hukuk önünde eşitliğin temini gereklidir. Ref’i imtiyaz olmazsa olmazdır. Sevgi bağlarının kuvvetlendirilmesi için aradaki müsbet bağların gündeme getirilmesi şarttır. Her bir kişinin milliyetini ve cemaatini rahatlıkla ifade etmesi ve kendi tarih ve meşhurlarını bilmesi bir tehlike değil, bilakis ihtiyaçlarını karşılayan bir devletin varlığının bir göstergesi olarak şarttır. İnsanlar bu dünyada devlet denilen şeyi kendilerine baskıda bulunsun ve kendilerini inkâr derecesinde hayatlarını kısıtlasın diye icat etmiş değildir.
İşte dindar demokrat hükumetten anladığımız budur ki vatan hastanesinde, vatan evlatlarını dağılıp savrulmaktan korur ve milletin temsilcisi olarak muhalefetin sıkıntıları onda makes bulup çözüme kavuşur, pek çok aşırılığın önü kesilmiş olur.
Şimdiki kaotik durum
Yaşadığımız müşevveş halin elbette sebepleri var. Ben en büyük sebebin 2007’de AB Uyum Müzakerelerini bırakmamızda düğümlendiğini düşünüyorum. Bediüzzaman, “…Hakikat noktasında ahirzamandaki gelecek büyük Mehdi, siyaseti tam dindar İsevilere bırakıp yalnız İslamiyet hakikatlerini ispata, izhara, icraya çalışır” demişti. İsa aleyhisselamın din-i hakikisi üzerinde olan Avrupa’nın münevver kısmının insanlığa sunduğu yüksek değerleri İslamiyet’in nuru ile buluşturmakla ancak dünyayı kasıp kavuran deccal düzenine son verilebilecekti. Hayat bir faaliyet ve harekettir, şevk ise bineğidir; biz şevkimiz için bindiğimiz Avrupa Birliği bineğinden inmekle durağanlığa girdik, şevkimizin belini kırdık. Durağan hal bizi eski davranış bozukluklarını tekrarlamaya itti; şimdi görünür olmaya başlayan şüphe, karmaşa ve bunlara içkin olan ümitsizlik millette yer etmeye başladı, kuvve-i maneviyemiz kırıldı. Birlikte, topluca hareket ederek, birbirimizi ikna ederek hareket etmek yerine sayısal üstünlüğümüze aldanıp başkaları üzerinde tahakküm eder bir vaziyet almaya, “meylüttefevvuk istibdadı”nın yalancı çekiciliğine kapılmaya başladık.
Süreç askıya alındığından beridir kendi içimize kapandık. Müzakere meselesi bize bir yol haritası sunuyordu; bunu terk ettiğimizde demokrasi yolundaki basamaklar altımızdan kayıveriyordu; “İlel-i müteselsiledeki terettübü atlamak”la elimiz ayağımıza dolaştı, bir acelecilik hâsıl oldu; fakirliğin, cehaletin ve istibdadın belini kıracak hamleler yapmak yerine Çamlıca’ya cami dikmek, dünyanın en büyük havalimanını yapmak gibi yanlış olan imaret faaliyetlerine giriştik; İsrail’e ve komşu diktatörlere hadlerini bildirmek gibi henüz gücümüz ve elimizin yetmediği işlere yeltendik; bu aculiyet, bu telaşlı hal himmetimizin ayağını kaydırdı, enerjimizi soğurdu, dâhildeki deccal komiteciklerine tekrar dirilme ve harekete geçme fırsatı verdi.
Avrupa Birliği ile müzakerelerin terki bir başka durumun da ortaya çıkmasına vesile olacaktı. Hak ve hukuku “milletçe birlikte ve beraber” inşa etmek düşüncesini kaybettirdi; “fikr-i infiradi ve tasavvur-u şahsi” kıvamında bir “ben bilirim” edasını takındık. Sonunda yanımızda ve yedeğimizde bulunan en yakınımızdakileri bile “haşhaşin” diyerek kendimizden uzaklaştıracak kadar kendi kabilemize kapaklanmaya başladık. Şimdilerde birkaç “mevhum ve isbatsız” huffaşı temizleyeceğiz diye onca senedir yetiştirip bir kıvama getirdiğimiz onbinlerce işbilen ve kılıçkuşanmış vatan evladını birdenbire zan altında bırakmaya başladık; büyük bir enerji kaybına sebep olduk, sırf kendimizden bildiğimiz ama emanetten ve hikmetten anlamayan siyaset kafalı kişilere yüksek makam ve mevkiler vermeye başladık.
Bu enerji israfının toplumda bir “tekasül”e, işi başkalarına havale ile tembellik ve sorumluluktan kaçmaya, bananeciliğe, ekonomik, siyasi ve sosyal daralmalara sebep olacağı açıktı. Bu daralmaların “acz ve nefsin itimatsızlığı” olarak betimlenen, ülkenin iş yapabilme kabiliyetinin sekteye uğramasına, bir özgüven kaybının uç vermesine sebep olması normal bir sonuç olacaktı. Bu özgüven kaybı çok bağırıp çağırmak ve başkalarını küçük görmek gibi pek çok emarelerle kendini belli etmeye başlamıştı.
İşleri üzerimizde ağırlaştırma, dostlarımızı kaybetme ve istikametimizi yitirme yoluna girmenin nihayetinde geleceğimiz tek bir çıkış noktası vardır: “meylürrahat”, yani kesemizi doldurmak, kendi nefsimiz için çalışmak, ülkenin varidatını kendi tarlamıza akıtmak… Himmetimiz, gayretimiz ve hamiyetimiz kayıt altına alınmış, bizi sefahat ve sefalete götürmesi muhtemel meşkûk yol önümüzde açılmıştı.
Üç tarz-ı siyaset olarak Siyasal İslam
Bütün dünyada, siyaset veya bürokrasi zemini ile İslamiyet’i ihya etmeye çabalayan “Siyasal İslam” düşüncesinin esas olarak ulaştığı üç tarz-ı hareket vardı:
1. Teolojik karakterli ve din adamlarının iktidarı olan -sözde- şeriat devleti,
2. Türkiye ve Mısır gibi pek çok demokrasi taliplisi devlette olduğu gibi “Müslüman burjuvazi” üretmekten daha ileri gidemeyen Politik İslam,
3. El-Kaide, Boko Haram, IŞİD benzeri terör örgütleri.
Bütün bu yapıların en temel sorunu İslamiyet’i cihanşümul bir medeniyet üreten ve insanlığın genel sorunlarına çare sunan bir din olarak değil; bir sınıfa, bir bölgeye, bir zümreye ait olan politik bir söylem olarak ele almalarıdır. Üstelik sanat, felsefe ve bilimle ilgilenmeyen ya da ilgilenir gibi yapan bu unsurların tüm dünyayı kasıp kavuran materyalist tufanı “Şeytan Amerika”, “Masonlar”, “Katil İsrail” cinsinden ucuz, dengesiz ve yolunu şaşırmış bir dizi muhayyileye dayandırmaları onları hem tarihten kopuk, hem zayıf hem de kabileci kliklere dönüştürmektedir.
Bizde ‘Siyasal İslam’ denildiğinde sonunda “Müslüman Burjuvazi” oluşturmaktan başka çıkar yolu olmayan bir tür politik hareketten bahsedebiliyoruz. Müslüman burjuvazi, siyaset yoluyla ülkeyi idare edecek, böylece hilafet tekrar tesis edilebilecektir. Maddi gücün timsali olan devletin ele geçirilmesi hilafetin tekrar tesis edilmesi için en mühim araçtır. Fakat burjuvazinin bir tür sömürü zümresi olmakla halkın emeği üzerinden geçinmesi, burjuvazik Siyasal İslam’ın zemininin sonunda ‘zulm’e dayanacağının da bir göstergesi olarak “trajik bir durum” ortaya koymaktadır.
Bir büyük adama karşı nasıl hür olacağız?
Çok ehemmiyetli olan bu müşkil (sorunsal), Münazarat’ın yazılmasından bir asır sonra yine önümüze gelmiş gözüküyor: “Bir büyük adama ve bir veliye ve bir şeyhe ve bir büyük âlime karşı nasıl hür olacağız. Onlar meziyetleri için bize tahakküm etmek haklarıdır. Biz onların faziletlerinin esiriyiz?”
Milletimizin kuvvet ve sevgisini bahşettiğimiz maddi yâda manevi yüksek bir makamda bulunan büyük bir adama karşı nasıl hürriyetimizi ve izzetimizi koruyabileceğiz? Hele mevcut anayasamız, medeni milletlere nazaran ilkel düzeyde kalan meclis düzenimiz ve kişisel hürriyetin henüz olgunlaşmadığı sosyolojimiz bunu bize sağlamaktan uzak bir durum arz ediyorsa. Biz ise anayasayı halkın lehine değiştirebilecek bir iktidarı oluşturmak uğrunda ve iman ve İslamiyet’i ihya edecek cemaat ve cemiyetleri âlem-i insaniyete sunmak yolunda çok çaba gösterdik.
Şimdi öyle bir haleti yaşıyoruz ki bir yandan bugüne değin elde ettiğimiz kazanımları, iktisadi iyileşmeyi, siyasi huzur ve istikrarı kaybetmemek uğruna bazı şeylere müsamaha ile hükumetin seyyiatı ve hasenatı hesabında hasenatının ağır bastığı düşüncesiyle müsaadekâr davranmaya çalışıyor, kendi açımızdan “sabır” gösteriyoruz. Öte yandan da, mevcut siyasal düzenin, anayasanın ve halkın demokratik algı düzeyinin, ne kadar iyi donanımlı ve ne kadar dindar söylemli olursa olsun iktidara taşıdıklarımızı müstebit hale getirmeye müsait bir düzeyde olduğunun da farkına varıyoruz. İnşallah bu dilemmadır bize istikbaldeki saadet sarayının kapılarını açacak olan; aynı zamanda çözene değin sıkıntıdan kurtulamayacak olduğumuz.
“Nasılsanız öyle yönetilirsiniz” hükmünü irade etmiş olan mukaddes dil; bir büyük makamın eliyle kendi aramızdaki mevcut ilişki durumunu bize ders vermeye devam ediyor. O makam, kendince hakikat kabul edip birilerini hedef gösterirken aynı zamanda yüzbinlerce masumu nasıl incitiyorsa; bizler de, cemaat, cemiyet ve etnik gurup olarak kendimizden olmayanlar hakkında içimizden tam da öyle düşünüyoruz. Bu durumun hiç iyi şeyler getirmediği, böyle makamlarda bulunanların kullanması gereken dilin böyle olmaması gerektiği gayet ortadadır.
Umulur ki, Cenab-ı Hak, bizi uyarmak ve sınamak muradıyla bu yanlışa müsaade etti. Bilinmeli ki böyle bir dil hepimizi yaraladı. Şimdi bir takım sorunlu refleksler ve bağımlılıklar sebebiyle haklı gördüğü ve destek verdiği şu sözler için az zaman sonra kendini ayıplayacak olan kitlelerin bulunması hiç güvendirmesin. Severek, dua ederek ve her türlü müsamahayı göstererek en yükseğe çıkardıklarımız tarafından bir kısmımıza da olsa, -hem hak etmiş dahi olsalar- her fırsatta hakaret edilmesi vicdanları yaraladığı gibi konunun muhataplarının hata yaptığının da bir göstergesidir. Zira böyle bir hakaret, bizim verdiğimiz destek, ettiğimiz dua ve gösterdiğimiz müsamahadan güç alarak yine bize yönelmektedir.
Bir zamanlar bizi “takiyye” ile suçlayanların karşısında kendimizi müdafaa ve beğendirmek için pek çok sıkıntı çektik. Fakat şimdi biz birilerimize yapılan hakaretleri haklı bulmak, gerekçelendirmeye çalışmak ve destek vermekle eskiden bize yapılan zulme benzer bir şekilde milyonlarca masumu da içine alan büyük bir kitleyi ateşe atmış oluyoruz. Şimdi öyle davranıyoruz ki şu hakaretamiz sözün hıfzı için ve yalan çıkmaması uğruna bize tabi olan kitleleri, şimdiye değin yaptığımızı düşündüğümüz hizmetler karşılığında, adeta mecbur kılarak işi savaşa dönüştürmeye çalışıyoruz. Birilerine körü körüne bağlı olan bir kısım insanlar da, şu kavlin hıfzı ve arkasında durmak için müsademeyi (çarpışma), müşağabeyi (dalaşmayı) cerh ve reddi, dedikodu, kin, gıybet ve şiddeti o derece meydana sürüyorlar ki adeta ayaklarından çıkan toz, ağızlarından ve kalemlerinden püsküren nefret sözleri şimdiden bir bulut halini alıp âlem-i insaniyyeti aydınlatan mükerrem ve münezzeh islamiyet güneşinin ve müslüman ahlakının tecelli ve görünmesine mani oluyor. Hem yağmuru ve rahmeti kestiği gibi ziyayı dahi bize men ediyor.
Herkesin alkışladığı bir büyük adamın kendini beğendirmek uğruna başkasını eksik göstermeye, kendi sevgisini sürdürmek uğruna başkasına düşmanlık ettirmeye başladığında olacak olan “inşikak-ı asa”dır; birliğin ve dirliğin bozuluşudur. Siyasi ve ekonomik bunca problemin bırakılıp bütün bir politik söylemin bir kısım insanların suçlanmasına dönüşmesi, geçici bir süre rahatlamaya, bahşiş ve şabaş temini için -çok tehlikeli- bir yolun açılmasına sebep olabilir. Fakat içimizde açtığı yara ve ortaya çıkardığı kin ve düşmanlık, meydana getirdiği yıkıntı ve buhran, toplumun büyük çoğunluğunda sebep olduğu gıybet ve tarafgirlik ve ayrışma bütün bir semeratı yakacak denli büyük olacağa benziyor. En büyük bir sual ki medeniyet mahkemesinde önümüze konulmuş halde bizden cevabını bekliyor: Bir büyük adam nezdinde ortaya çıkan toplumsal engizisyonun vicdanlarımızı yıpratmasına, kardeşliğimizi yaralamasına ve şahsiyetimizi kayıt altına almasına karşı kişiliğimizi ve hürriyetimizi nasıl koruyacağız?