Yazmak mı konuşmak mı etkili olan? Yazı kalır da söz uçar mı? Nasıl olur da uçar söz; yürek yürek gezer, gönül gönül seyahat eder aslında…
Yüzyıllar eskitemez, zaman sarartamaz, ufuk daraltamaz sözün güzelini, doğru olanını, derin olanını. Kâğıda düşmek, mürekkebe inmek, harfe sarılmak; etkinliğini bitirmez, coşkunluğunu dindirmez; söz olur akar yine de o…
Sadır sadır sürdürür seyahatini; sıdk nefesleyerek, hakikat üfleyerek, hikmet akıtarak… Kök saldığı sinelerde inşirah meyveler verir, sonrasında sürur çekirdeklere dönüşür.
Sıdk sadra dayanmıştır bir kere, hakikat sıdk sadırda emindir, öyle korur eminliğini. Başka deyişle hakikat sıdk sadırdan sudur eder.
İnsan ete kemiğe bürünür görünür de hakikat neye bürünür de görünür? Söze, yazıya?
Önce var olan söz değil mi, verdiğimiz sözü hatırlıyor mu özümüz? Kül edip savurmadıksa özümüzü, evet; hatırlıyor.
Söz sadırdan döküldüğü gibi yazı da sadırda yazılmışsa mürekkep olup uçmaz, kâğıt olup yanmaz, harf olup savrulmaz.
Verilen söz uçmaz, köksüz söz uçar. Sadra dayanmıyorsa harfe bürünse, yazı diye görünse ne yazar? Etkilenmeyen söz de söylese, yazı da yazsa etkileyebilir mi?
Göz göze, gönül gönüle, sadır sadıra karşıdır. Gönülden gönüle sözsüz, yazısız konuşmalar olur; kimse duymaz, kimse görmez bu iki kişilik konuşmayı. Kim tartar bu ağırlığı, kim ölçer bu etkinliği?
Kırk kağnı çekebilir, kırk kelime taşıya bilir mi bu ağrılığı? Hele günümüz görsellik saltanatında?
Uçan sözler, savrulan harfler hengâmında söylemeli mi, susmalı mı? Yazmalı mı, yazmamalı mı? Sıdk dağları devrilmiş, sadır kaleleri yıkılmış; söz perişan, yazı perişan. Hece ne yapsın, harf ne yapsın. Külün, dumanın isinde nereye sığınsın?
Görselliğin parsellediği devirde söylemek zor, yazmak zor; sükût en zoru. Bir çığlık atıp gitmeli mi?
Nerede yankılanır ki çığlık, çiğlik devirde.
Sıdk sadrı bulmak ve ona yaslanmak; arayış ve ağlayış bunun için. Ha söz olmuş söylenmiş, ha kelime olmuş yazılmış, ne fark eder?