İlhan Yüce 1934 yılında Denizli’de doğar. Bediüzzaman Hazretleri 1943 yılında dokuz ay Denizli Hapsinde kalır. İlhanların evi mahkeme yolu üzerindedir. Üstad ve talebeleri 12 kez mahkemeye çıkarılır. Onları ilk kez o günlerde görür. On yaşındaki İlhan kaldırımda oynarken mazlumlar kelepçeli halde bir metre önünden geçerler. Dörderli gruplar halinde yürürler. İlhan garip garip bakar. Bunlar yaşlı başlı adamlardır. Hâlbuki “Bunlara talebe diyorlar; nasıl oluyor bu iş. Böyle yaşlı talebe mi olur?”
Ailesi dindar olmasa da İlhan dine meyillidir. Çocuk yaşta namaza başlar. Dört Çeşme Camiine gider. Orada Denizli’nin manevi mimarlarından Hasan Feyzi Yüreğil’i görme bahtiyarlığına erer. Peygamber aşkı kokan sohbetlerini dinler. Hasan Feyzi kevseri hatırlatan sesi ve sahabeyi hatırlatan hâlleriyle cemaati hüngür hüngür ağlatır.
Bir ara Hulusi Yahyagil Askerlik Şube Reisi olarak Denizli’ye atanır. İlhan’ın babası Hulusi Beyi tanımaktadır. Birlikte ziyaret ederler. Fakat yaşı küçük olduğu için konuşulanlardan pek bir şey anlamaz.
Risaleler aşkla okununca açılır insana
1955 yılında Hava Astsubayı olarak orduya katılır. Bandırma, Kayseri, Merzifon, Diyarbakır, Ankara ve İstanbul’da görev yapar.
On yaşında Üstadı gören İlhan henüz Risaleleri görmemiştir. 21 yaşına gelmiştir. Tayini Bandırma’ya çıkar. Ruhu hakikate susamıştır. Gençliği heder olup gitmektedir. Bir gün rüyanın perdeleri açılır. Bir pınarın başındadır. Tanımadığı birisi yanına gelir. “Bu pınardan su iç.” Kana kana içerken uyanır.
Uzaktan da olsa su görünmüştür, artık izi takip edilmelidir. Bir gün Alay Camiine namaz kılmaya gider. Birden camide rüyada gördüğü şahısla karşılaşır. Adam da askerdir. “Mutlaka bunda bir iş vardır.” Tanışmak, yakınlaşmak ister ama adam onu istihbaratçı zannettiğinden yanaşmaz. Aylarca peşinden koşar. Birçok yolu dener. Çalıştığı yere falan götürür, çay söyler ama adam bir türlü açılmıyordur. İlhan artık dayanamaz. “Ben öyle bir vazifeli (istihbaratçı) değilim.” Nihayet adam güvenir. “Bende kitaplar var, seninle şehirde buluşalım.”
Buluşma günü deniz kenarına inerler. Konuşmaya başlarlar. Adamın gerçek ismi Yaşar Seçkin’dir. İlhan’dan on yaş büyüktür. Eskişehir’de tarikat halifesidir. Seçkin, Üstadı anlatır. Risalelerden bölümler okur. Sonra evine götürür. Risaleler henüz matbaalarda basılmaya başlanmamıştır. Daktiloyla çoğaltılmaktadır. Küçük Risalelerden bir tanesini verir. İlhan eve gelir. Risaleyi açıp okumaya başlar. Çok etkilenir. Nefes nefese okuyarak bir günde bitirir. Yenisini almak için hemen Seçkin’e koşar. Seçkin’in eviyle kendi evi arası yarım saattir. Uzun süre bu şekilde gidip gelir. Risaleleri aşkla okur. Değil mi ki Risaleler aşkla okununca açılır insana.
Yaşar Seçkin çok ihlaslıdır. İnsanlar üzerinde iz bırakır. Bandırma’da başlattığı hizmetin ilk halkası İlhan olur. Seçkin’in evinde ders yapmaya başlarlar. Daha sonra halka genişler. Kısa zamanda elli kişiye ulaşırlar.
1959 yılında Üstad Hazretleri Ankara’ya gelir. Beyrut Palas oteline yerleşir. O günlerde İlhan da Ankara’dadır. Said Özdemir’le birlikte hizmet etmektedir. Bir sabah namazından sonra Üstad Hazretleri görüşmek için çağırır. İlhanlar da Said Özdemir refakatinde aralarında öğrenci, asker ve esnafların da bulunduğu on beş kişiyle ziyaret ederler.
Üstad misafirlerini odasında kabul eder. İlerlemiş yaşına rağmen hâlâ çok dinçtir. Ayaküstü ders verir. O dönemde Masonluk ve Komünistlik her tarafı sarmıştır. Üstad sözü bu konuya getirir. “Kardeşlerim artık Kominizim ve Masonluğun beli kırılmıştır... Bundan sonra bir şey yapamayacaklardır… Korkmayın…” Arkasından kardeşliğe vurgu yapar. “Bundan sonra Risale-i Nur’un neşri bitmiştir, yeni telif yoktur… Bundan sonra vazifemiz uhuvvete çalışmaktır. Sizi üç Said olarak kabul ediyorum.” O günlerde Risaleler Ankara’da matbaa yoluyla neşredilmektedir. İlhan son cümledeki “Üç Said” ibaresinin bunun için söylendiğini düşünür.
İlhan, Üstadı en son 15 yıl önce (on yaşında) görmüştür. Zaman durur. Hasret ve merakını gidermek için bir ara Üstadın yüzüne bakmak ister. Başını kaldırdığında göz göze gelirler. Sanki çarpılmıştır. Hemen başını öne eğer. Değil mi ki Üstad bir güneş adamdır. Güneşe bakamadığın gibi Üstadın yüzüne de bakamazsın.
Güneş insan Bediüzzaman odayı ısıtınca zaman çözülür. İlhan kendine gelir. Üstad misafirleriyle kapıya doğru ilerler. İlhan, Üstadı hafif geriden takip eder. Otelden çıkarken flaşlar patlar. O resimlerden biri daha sonra Tarihçe-i Hayat’ta yayımlanır. Ne var ki İlhan Üstadı geriden takip ettiğinden kadraja girememiştir.
Ashab-ı Kehf Mağarası: Hapishane
1960 İhtilalından üç ay önce bir evde yapılan aramada altında İlhan Yüce’nin imzası bulunan bir mektup bulunur. Mektubu 163. madde kapsamında değerlendirerek İlhan’ı askeri hapishaneye koyarlar. Mazlumların avukatı Bekir Berk ve Necdet Doğanata davayı alır. Gerçekte olayda suç unsuru yoktur fakat yine de mahkemeye çıkarırlar. Hâkim de aynı kanaatte olmalı ki nazikçe sorar.
“Ne diyorsun?”
Beraetimi istiyorum, dese beraat ettireceklerdir fakat İlhan kendisi yerine Risale’yi savunmayı tercih eder.
“Askeriyede Risale-i Nur’ların okunmasını istiyorum.”
Bilge avukat Bekir Berk hemen devreye girer: “Sus.”
Bu tavrı beratını engeller. Duruşma ertelenir. Bu arada 60 İhtilali olur. Bir sonraki duruşmada hâkimler ve savcı değiştirilir. Öncekiler müspettir. Yeniler daha ağır ceza vermek için “şahsî nüfuz temini” maddesinin kapsamına sokarlar. Bir sene hapis ve ordudan ihraç cezası verirler. Hâlbuki o günkü mevzuata göre bu kanuna aykırıdır. Bir ceza alana, yeniden ceza verilmez. Mazlumların hakkını sonuna kadar savunan Bekir Berk karara sessiz kalır. İlhan şaşırır.
Kısa süre sonra ihtilalciler af çıkarır. Savcı, İlhan’ın yanına gelir.
“Af çıktı, bir dilekçe ver de seni çıkaracağım.”
İlhan aykırı adamdır. Rahatına da pek düşkündür. Hapishanede rahatı iyidir. Burnunun dikine gitmeye devam eder. Allah ona “Ehl-i Kehf”' uykusu gibi bir uyku vermiştir. İhtiyarî olmayan bir uyku... Öyle tatlı bir uyku ki tarif etmekten acizdir. Ashab-ı Kehf’inki gibi böyle tatlı bir uykuyu başka yerde nerede bulacak. Rahatını bozmak istemez, dilekçeyi yazmaz.
Savcı on beş gün sonra yine gelir. Siniri tepesindedir.
“Yahu ben sana dilekçe yaz demiştim, sen neden yazmadın!” Bu iş böyle olmayacak. Bari kendim yazayım. “Gel benimle!”
Savcının bürosuna giderler. Savcı dilekçeyi yazar, İlhan’a imzalatır. İlhan’ın gözlerinin içine bakar.
“Bu sana Allah’ın bir inayetidir. Ben sana daha ağır ceza verdirmek için maddeyi değiştirmiş, 163. maddeden çıkartmış başka maddeye geçirmiştim. Af bütün maddelere vurdu, 163. maddeyi kapsama almadı. Biz daha ağır ceza verelim derken sen de affa uğradın.”
Sen Bekir Berk’i ne sandın İlhan? Susuyorsa vardır bir bildiği.
O gün İlhan’a bu güzelliği yapan savcı seneler sonra mükâfatını alır, namaza başlar.
İlhan hapisten çıkar. Cebinde beş kuruş para yoktur. Açlık ve sefalet dolu günler beklemektedir. Bir gün biri telefon eder. Arayan Askeriyenin Maliye Müdürüdür. Ne İlhan, Müdürü, ne de Müdür, İlhan’ı tanır.
“Ben rüyamda seni gördüm. Bir daha uyuyamadım. Kanun kitaplarını karıştırdım. Bir madde buldum; o maddeye göre senin dokuz aylık maaşını vereceğiz.”
İlhan’ın da belirttiği gibi, “Bütün bunlar Allah’ın inayetiyle oluyordur.” Bu ilk değildir, İlhan’a o günlerde Allah’ın böyle inayetleri çok oluyordur.
İlhan zelzele çıkardı
İlhan askeriyedeki görevine döner. Mimlenmiştir bir kere. İlhan her işe koşturuyordur ama bu kadar da sık nöbet yazılmaz ki canım. Binbaşı illa da “Makinist nöbeti tutacaksın” diye tutturur. İlhan’ın trafosu patlar.
“Ben tutmam! Ben paraşütçüyüm; uçak karşılamayı, yakıtını doldurmayı bilmem, onun uzmanları ayrıdır!”
Binbaşı, “Ben bunları bilmem!” deyince iş büyür; bağırıp çağırmaya başlar. Tam o sırada bir zelzele kopar. Dünya beşik gibi sallanır. Yer yerinden oynar. Soba tangır tungur gidip gelir. İlhan korkudan alev alır. Kendinden geçer. Diğer askerler de odaya doluşur. Binbaşı ve askerlerin durumu tek kelimeyle bitiktir. Korkudan sağa sola sinerler. Gariptir ki İlhan hâlâ ayaktadır. Paşa korku ve özür karışımı bir sesle seslenir.
“Ne yapıyorsun İlhan?”
“Ben bir şey yapmıyorum.”
Mevzu anlaşılır. Binbaşı zelzeleyi İlhan’ın çıkardığını sanmıştır. İlhan fırsatı değerlendirir, odayı terk eder. Binbaşı mesajı alır, aklı başına gelir. Nur talebesi Mehmet Akif’i çağırır: “Getir o kırmızı kitapları, oku bana.”
Akrebin kıskacında
Bir kez hapse düşme, gör başına neler gelir. İlhan, Nur Talebesi olduğu gerekçesiyle bir kere hapse düşmüştür. Ondan sonrası hep sakıncalı havacı, makul şüphelidir. Devamlı gözetim altındadır. 1965 yılında Diyarbakır’a sürülür. Göz hapsinin üzerine bir de sürgün gelince etrafındakiler iyice tedirgin olur, uzaklaşır. Bir gün askeri pilotlardan birinin kaskındaki akrebi fark eder. Kendine zarar vermesi pahasına akrebi çıkarır. Olay kısa zamanda yayılır. Ondan sonra herkesin güvenini daha da kazanır. Komutan kendine tahsis edilen aracı verir. İlhan’ın talebi olmamasına rağmen sık sık izin verir. “Git evine dinlen.” Böylece bol bol Risale okuma fırsatı doğar.
Ehl-i dünya boş durmuyor
İlhan birliğinde kısmen rahatlasa da Merkez Komutanlığı hâlâ tedirgindir. Nurcu İlhan’ı ordudan atmak için bahaneler aramaktadır. Nitekim bir gün Merkez Komutanlığına çağrılır. Komutanın odasına girerken askerlerden birisi İlhan’ı uyarma ihtiyacı hisseder. “Başçavuşum kendine dikkat et!”
Böyle durumlar sadece üst makamlar tarafından bilinebilecekken askerin bile bilmesi İlhan’ı hem şaşırtır hem de ürkütür. İş ciddi olmalıdır. Her şey ayyuka çıkmış olmalıdır. O ruh hâliyle odaya girer. Komutan, İlhan’ı gayet iyi karşılar.
“Hoş geldin.”
Buyur burdan yak. “Biz dindarları severiz.” deyip cebinden Küçük Sözler’i çıkarıp okumaya başlar. Arada bir İlhan’a döner.
-Anlıyor musun?
İlhan kaçın kurası; yer mi böyle zokaları.
-Yok anlamıyorum.
Komutan bu şekilde yarım saat kadar laf almaya çalışır. Sonunda ağzındaki baklayı çıkarır.
-Üstünde kitap var mı?
-Yok.
Bunun üzerine üstünü ararlar. İlhan tam teçhizatlı (!) gelmiştir. Üzerinden bir adet tespih ve takke çıkar. Komutanların sevincine diyecek yoktur. Şüphelendikleri kadar vardır (!) Suç aletleri (!) masa üzerine konulur. Üzerinde tespih ve takke bulundurmaktan mahkemeye verilir. Faruk Güventürk isimli Paşa, İlhan’a bağırıp çağırır. Bir süre sonra bir hâdise olur ve Güventürk’ün tayinini çıkarırlar. Böylece Paşa, cezasını çeker. O gün bir daha anlar ki, menfi hareket olmamak şartıyla, Üstadın talebeleri inayete mazhardır inşallah…
Çamaşır makinesi zikrediyor
İlhan 1962 yılında, yirmi beş yaşında Ankara’da görev yaparken ihlas ve sadakat timsali Zübeyir Gündüzalp ile tanışır. İlhan bekâr olduğu için yanlış yerlere yolunu düşürmesin diye Gündüzalp tarafından takip edilir. İşi bir tık öteye götürerek yanlış bir evlilik yapmaması için dünürlük yapar. O gün Gündüzalp’in şahsında bir şey daha öğrenir: Üstadın yetiştirdiği talebeler kalpten geçenleri bilirler.
Hacı Bayram’da 27 Numara olarak bilinen dershanede Gündüzalp ile çok güzel günler geçirir. Dokuz aylık hapisten yeni çıkmıştır. Üstündeki korkuyu atmıştır. Bu yolda başa gelecek en kötü şey bu olmalıdır. Resmi kıyafetlerle dershaneye gelir, gider. Oysa takip devam etmektedir. Bir gün dershaneye gelir. Üniformasını kapının arkasına asıp tuvalete girer. Arkasından polis baskın yapar. Her tarafı didik didik aradıkları halde tuvalet akıllarına gelmez. Zübeyir ağabeyi sıkıştırırlar.
“Bu adam nereye gitti?”
Zübeyir ne ser verir, ne de sır. Polisler yarım saat sonra çıkıp giderler. Bu hadiseden sonra ne zaman kapı çalsa Zübeyir, İlhan’ı hemen tuvalete sokar.
Yaş kemale erince Gündüzalp’in vesilesiyle Said Özdemir’in kız kardeşiyle yuva kurar. 1967-71 yılları arasında İstanbul’da dört yıl kalırlar. Bu süre içinde İstanbul’da Üstad’ın pırlantaları Zübeyir, Tâhirî ve Bekir Ağabeylerin çamaşırlarını yıkarlar.
Osmanlı yıkıldıktan sonra toplumun bir kesiminde Mehdi beklentisi oluşur. Bazıları Bediüzzaman’ın mehdi olduğunu iddia etmektedir. İlhan Risalelerdeki büyülü sese çarpılsa da Üstad’ın mehdi olduğuna inanmaz. Asker olmasının da bunda payı olmalıdır. İhtimal ki mehdinin paşa gibi bir adam olduğunu zannediyordur. Bir gün Üstad’ı rüyasında görür. Üstad altı kişi gösterir. “Ben görevimi bunlara bırakıyorum!” Fakat bu altı kişinin kimler olduğunu ayırt edemez.
Bir süre sonra Muzaffer Aslan Bandırma’ya gelir. Mehdi’nin vasıflarını anlatır. “Altıdan dokuza kadar veziri olacak” der. Bunu işitince rüyası aklına gelir, Üstadın mehdi olduğuna inanır. Muzaffer Arslan’ın arkasından üzerinde Hac kokusuyla Mustafa Sungur Bandırma’ya gelir. Onu ilk defa o gün görür. Birlikte epey vakit geçirirler. Ondaki derinliği fark eder. Mehdinin vezirlerinden birisi olduğunu hisseder. O günden sonra Sungur, hayatının kilometre taşlarından birisi olur. Birlikte hizmet ederler. Zaman zaman seyahat ederler. İlhan, Sungur’un birçok kerametine şahit olur.
1961 yılında Denizli’de Hüseyin Tomaş’ın evinde İlhan’la birlikte Mustafa Sungur ve Hasan Feyzi’nin talebelerinden Postacı Ahmet’in de bulunduğu on yedi kişiyle ders yapılırken baskın yapılır. Hepsi tutuklanarak Adliyeye sevk edilir. Olay gazetelere yansıyınca halk tepki göstermek için mahkeme önünde toplanır. Savcı daha önce Üstad’ı muhakeme edenlerdendir. Üstad ve talebelerinin masum olduğuna inanır. “Bunlar zararsızdır. Ne diye buraya getirip adliyeyi meşgul ediyorsunuz?” diyerek maznunları serbest bırakır.
1965 yılında Mustafa Sungur ile Tillo’ya giderler. Bir eve misafir olurlar. Az sonra Sungur ayağa kalkar, yürümeye başlar. Fakat İlhan’ın gözü narlarda kalmıştır. Bir tane bile yiyememiştir. “Şu narı yeseydik de öyle kalksaydık” diye iç geçirir. Fakat hizmette sorgusuz sualsiz itaat gerektiğinden Sungur’un ardından o da kalkar. Mevzu sonra anlaşılır. Tillo’dan Siirt’e günde bir araba vardır, kaçıran ertesi güne kalır. Oysa Sungur bir yerde iki günden fazla kalmaz. Yaklaşık bir kilometre yürüdükten sonra karşıda bir aracın beklediğini görürler. Araca yetişmişlerdir. Koltuğa oturur oturmaz araç hareket eder. İlhan tam soluklanacakken omuzunda Sungur’un elini hisseder: Al şu narı ye! Ne oldu İlhan, oturdun kaldın, aldın mı cevabı? Sungur seni ne zaman aç bıraktı? Vezir seni rezil eder mi?
İlhan -kendi ifadesine göre- midesine düşkün ya, para pula önem veriyor ya Sungur’u da öyle zannediyordur. Bir gün içten içe konuşmaya başlar.
“Sungur abi bir yerden para kazanmadığı halde nasıl durmadan geziyor?”
O anda yine aynı eli omuzunda hisseder.
“Ben kendi paramla geziyorum, anladın mı?”
Bir ara emekli olunca nereye yerleşeceği konusuna aklı takılır. Camii’nden çıkmış avare halde düşünüyordur.
“Ankara’ya mı, İstanbul’a mı yerleşeyim?”
Birden karşısına Sungur çıkar. “Ya Ankara, ya İstanbul; ama Said (oğlu) medresede kalacak!”
Anadan, yardan, serden geçmektir hizmet
1958 yılıdır. İlhan Ankara’da Risalelerin baskı işleriyle uğraşırken annesi tedirgin olur. Kendisi namazlarını kıldığı halde oğlunun başına bir şey geleceğinden korkar. Bir gün İlhan hizmete giderken blöf çeker. “Seni şikâyet edeceğim” diyerek arkasından gelmeye başlar. Otuz, kırk metre sonra yığılıp kalır. Ayağına sızı girmiştir, yürüyemiyordur. İlhan geri döner. Annesini eve götürür. Annesi iki ay ayağa kalkamaz. Yanlışının farkına varır. “Oğlum bana dua et” diye özür makamında dua ister.
1982 yılında zaman zaman oğlu Said arkadaşlarıyla evde ders yapar. Darbe olalı iki yıl olmuştur. Annesinin yirmi beş yıl önceki korkusu tekrar depreşir. Gençlerin eve gelmesini istemez. O sırada gaipten birileri saçını çeker. İlhan’ın aklına yirmi beş yıl önceki hastalık gelir.
“Ana sen unuttun mu, hani hastalanmıştın?”
Bu hadise birkaç kez tekrar edince İlhan daha net konuşur.
“Ana sen bunlara karışma, yoksa seni rahat bırakmaz bunlar.”
Ondan sonra korkar, bir daha bu işlere karışmaz.
Babası lise mezunu, kültürlü bir insandır. Kendisi namaz kılmasa da oğlunun kılmasından çok hoşlanır. On yaşındaki İlhan’ı sabah namazına bile camiye yollar. Yıllar sonra İlhan Risaleleri tanıyınca babasına namaza dair mektup yazar. Bir süre sonra babası da namaza başlar, beş vakit camiden çıkmaz olur.
İlhan Yüce, çıkrık gibi ince eğirip, sık dokuyarak hizmete devam ederken 16 Şubat 2019 tarihinde makara sarar, çıkrık durur. Çıkrık başında elinde makarayla Rabbinin makamına varır. Ankara Cebeci Asri Kabristanı ebedi vatanı olur. Allah rahmet etsin.