Hatırlıyor musunuz saat kaçtı?
Üçü beş geçe mi?
2’ye beş kala mı?
10’a 10 varken mi?
Günlerden neydi
Pazartesi mi Salı mı, Cumartesi mi
Kaç yaşındaydın?
1 yaşında mıydın henüz yeni yeni hayata adım başladığın demlerde?
Yoksa 5 yaşında mı?
Yoksa daha da mı küçük?
Peki sebep neydi?
Düştün mü? Düşürüldün mü?
Ne yaptın?
Ağladın mı? Sığındın mı? Kaçtın mı?
En çok neren acımıştı?
Dizin mi kalbin mi?
Nasıl dinmişti sızın?
En sevdiğinin sevgisini hissedince mi?
Oyun arkadaşının yaralandığını da görünce mi?
Öyle yapılırdı değil mi? Yoksa hâlâ öyle mi?
Yani sen, ben, biz çok küçükken düşüp yaralandığımızda, ilk acımızın şahidi arkadaşımıza gösterirdik yara aldığımız yeri. Ve sonra onun şu hali “üzülme bak ben de düştüm benimki de yara oldu” ifadesi ardından da onun yaralanan dizi… Veya en sevdiğimizin öpücüğüyle sızımız dinerdi.
Peki ya şimdi?
Çocukken diz yaralarımıza ağlardık
Şimdi ise yaralarımız derinleşti kalbimize sirayet etti...
Bazen kırılan oyuncaklarımızın ardından gözyaşı dökerdik
Şimdi ise kırılan umutlarımızın, hayal kırıklıklarımızın ve biriktirdiğimiz keşkelerin.... Fakat aynı kalan şeyler de yok değil herhalde
O zaman da kendi hatamızla düştüğümüzde canımızın yanması kalbimizin belli kısmını yakardı o sızı başkaydı. Şimdi de kendi hatamızla yanlışlıklar yaptığımızda, bile bile düştüğümüzde kalbimizin belli kısmı yaralı.
O zaman biri bizi bile bile hırsla hiddetle düşürdüğünde de kalbimizin belli kısmı yaralanırdı şimdi de öyle. Birisi belki bazen en yakınımızdaki, en güvendiğimiz bazen en uzağımızda ama ilgili bulunduğumuz kişi bizi düşürdüğünde bile bile hiddetle kalbimizin aynı yeri dertli.
İkilemde kalırız çocuk kalmak mı, adam olmak mı? Bir yanımız Cahit Sıtkı Tarancı’nın belirttiği gibi sızlar;
“Keşke hiç büyümeseydim
O sokakta öylece kalsaydım
Elimde topacım
Aklımda yeni oyunlar” ….
Diğer yanımız ise Ataol Behramoğlu gibi “Yaşadıklarımdan öğrendiğim birşey var”ı fısıldar… Acılar bazen insan kılar, yaralarımız kapanmaz. Yeniliriz, sürünürüz hiç ummadığımız anda zavallılığımız omuzumuza öyle biner ki kendimiz karşısında acımız karşısında fakriyet ve acziyette dipte hissederiz. İnsan olduğumuzu fark ederiz.
Samuel Beckett; “hep yenildin, hep yenildin, olsun gene dene, gene yenil, daha iyi yenil” der. Şuurlu insan bazen yenilgiyi ve o aczi bir hediye bilip kalabalıklara karşı fakriyetle dik durmanın o enteresan onuruna haiz. Hesabı yapılmış adımlarla yürümeye cesaret edebilecek bir gayeye dayanmak insanın düşmekten korkmamasını, büyümekten sakınmamasını sağlayan en ulvi duygu. Bir ümmet hassasiyetiyle can yandıkça sabrı katık yapıp öpmeden biri yaralarını daha sağlam atmalıdır insan adımlarını… Sonsuzluğun kapısında oturup; yağmurların büyüttüğü bir yüreğin nabzında ağlamanın gizine ermektir insan olmanın “adam” olmanın sırrı…
Hakikaten mümkünse hala çocuk kalmayalım ve kalplerimiz yerine dizlerimiz kanamasın. Kalplerimiz kanasın kanasın ki kalbimiz ve gayemiz olduğu hatırımızdan çıkmasın…