Geçmişi, "iptidaî" mevcut çağı "mükemmel" değerlendirme alışkanlığımız çoğu kez bizi doğruya götürmez.
Hele hele yeni dönem icat edenlerin besleyip büyüttüğü meddahların anlattığı malumatlarla bu düzlemde yol almak mümkün değildir.
Günümüzün övünç kaynağı olan kurumların çoğunun Cumhuriyet öncesinde varolduğunu öğrenince şaşırırız evvela. Oysa bize öğretilen efsane, herşeyin 1920'lerin ortasında başladığı yönündedir.
Adliye, hariciye, iktisadi ve akademik kurum ve kuruluşların başlangıcı Aziz ve Hamid dönemlerine işaret etmektedir.
Çok dilli eğitim medreselerimizde uygulanmaktadır.
Yargı dışı denetim Ahi babaları tarafından "pabucu dama atılma" gibi uygulamalarla kendini göstermektedir.
"Markalaşma", "toplam kalite", "standart üretim" ve "müşteri odaklı hizmet" gibi kavramları çalışma hayatına Ahi zaviyeleri yediyüz yıl kadar öncesinden "fütüvvetname"lerle kazandırmışlar.
Ama bizi martavallarla avutmak isteyenler durmadan karartma yapmışlar.
Selçuklu'da, Osmanlı'da "demokrasi" yada "demokratik kurumlar" bugünkü anlamda yoktu. Ama sivil toplum, inisiyatif grupları ve denetim mekanizmaları varoldu. Anayasa ve anayasal kurumlar bugünkü gibi kanun, madde, genelge ve yönergelerle işlemiyordu. Ama bugüne temel teşkil eden ve varoluş nedenini hakkıyla icra eden müesseseleri vardı. Yasal boşluklardan ve durumdan vazife çıkaran fırsatçı atanmışlara bugünkü kadar oyun alanı bırakılmıyordu.
Seçilmişler yoktu. Padişah vardı işbaşında. Ama seçilmişlerin işbaşına geldiğinin ilan olduğu devirlerde yaşanan keyfi uygulamalar ve farklı düşünenlere hayat hakkı tanımayan cebriyata bakınca, "kim cumhuriyetçi" diye sormadan edemiyor insan.
İstediği yasal düzenlemeler Meclis'ten geçmeyince, vekillerin gözünün içine bakarak, "korkarım ki çok kelleler kesilecek" tehdidini savuran "müntehib i evvel" leri mi cumhuriyetçi sayacağız?
Çok partili sisteme gelinceye kadar vekilleri tek partinin lideri seçer, "müntehib i evvel" olarak sonra seçimlere gidilir ve halk da bu isimleri seçerdi, "müntehib i sani" olarak.
Bu arada bilmeyenler için açıklayalım, "müntehib i evvel", "birinci seçici" demek, "müntehib i sani" de "ikinci seçici" demek. Halka, "ikinci seçici" diyorlardı ya aslında o dahi numaraydı.
Çünkü valiler partinin il başkanıydı ve dahası bugünün aksine sandıklarda "açık oy, gizli tasnif" vardı. Yani vatandaş partili memurların önünde açık oy kullanıyordu. Ama oy sayımları gizli yapılıyordu.
***
Herşey değişti. Hayatın miladı yeni dönemle başlatıldı ama kurum ve kavramların adını değiştirmek mümkün olmadı.
"Şura yı Devlet" i "Danıştay" yapmayı başardılar ama...
"Mahkeme" "hakim" veya "hüküm" yada "kanun" yada "tebliğat" gibi isimleri yok edemediler mesela.
Eskiye ait kelime ve kavramları "bir gece yarısı baskını"yla tamamen yıkmak mümkün mü?
Bu kadarına güç yetirdiler.
***
Seçilmiş krallıkların, kurumsal vesayetlerin, atanmışlar despotizminin yaşandığı günümüz demokrasilerinin onarılması konuşuluyor.
Teamüllerin kanun sayıldığı, bağımlılıkların, karanlık loca ilişkileri ekseninde yürütülen politikaların milli irade ile gelenlerin boğazına ilmik geçirdiği dönemler yaşanmadı. Hani, siyasilerin iki gömlek hikayesi vardı...
Eskiden bir Padişah vardı. Günümüz demokrasilerinde ise, komiteler halinde padişahlıklar vardı. Onlardan cevaz almadan seçmek, seçilmek zor. Seçildikten sonra ayakta kalmak ne mümkün?..
Hülasa şimdi...
Padişahlar var padişahtan içerü...
***
Padişah babasının malı gibi bakardı memlekete; milletin emvaline...
Cumhuriyetin partili padişahları ise, seçilince iktidar müddetleri kısa olduğundan, devleti etraflarına talan etmeye başlarlardı.
Bazı tarihçilerin tesbitine göre de, Osmanlı meşrutiyet dönemi padişahının yetkilerinin 1982 Anayasası'na göre seçilmiş cumhurbaşkanı'nın yetkileri kadar yoktu.
İkisi de çok yetkili ama sorumsuz.
Enver Paşa'nın kudretli olduğu dönemde bu durum tavan yapmıştı.
Hatta öyle ki..
Vahdettin Han'a "Nasılsınız?" diye hal hatır sorarmışlar. O da "Bunu Enver Paşa' ya sorun" dermiş.
Şimdi Başkanlık tartışmaları sürüp gidiyor. Neymiş "tek adamlık", "diktatörlük" gelecekmiş. Millet, diktatörün de tek adamlığın da âlâsını gördü, yaşadı. Üstelik şeklen seçimlerle bu sürdürüldü.
***
"Esas"ı tayyedip "usul" de boğuştuğumuz yakın tarihimiz bu anlamda yeniden değerlendirilmelidir.
Zihnimizi karıştıran bütün karton kuleleri yıkıp yeniden inşa sürecine girmeliyiz. On yanlışı bir doğru saymak zorunda değiliz.
Duru bir zihinle ve sakin bir kafayla analizler yapmalıyız. Bu saatten sonra kimse millete dar elbiseler de giydirmemeli, şapşal kıyafetler de reva görmemelidir.
Ne mi demek istiyorum?..
Normalleşme...
Ve bu halkın fıtri tarihi milli ve manevi "norm"larıyla uyum içinde yapılsın.
Her kim ne yapmak istiyorsa...
O kadar...