İbrahim Özdemir’in yazısı
(Üsküdar Üniversitesi Öğretim Üyesi)
[Risale Akademi, Bediüzzaman'ı Anma ve Anlama Platformu ve Bursa Büyükşehir Belediyesi işbirliğiyle 08 Aralık 2012'de düzenlenen 'Dünyayı Aydınlatan Anadolu Ağabeyleri-Mehmet Fırıncı' paneline sunulan tebliğden].
"Hoşça bak zatına kim, zübde-i âlemsin sen
Merdüm-i dide-i ekvân olan âdemsin sen"
Şeyh Gâlib
Nur Talebelerindeki küresel vizyonun kökleri Molla Said’in gençlik günlerine kadar gider. Van’da Vali Tahir Paşanın misafiridir. Dünya ve İslam dünyasındaki gelişmelerden burada haberdar olmaktadır. Bir gün Tahir Paşa bir gazetede şu müdhiş haberi ona gösterir İngiliz Meclis-i Meb'usanında Müstemlekât Nâzırı, elinde Kur'ân-ı Kerîmi göstererek şöyle konuşur: "Bu Kur'ân İslâmların elinde bulundukça biz onlara hâkim olamayız. Ne yapıp yapmalıyız, bu Kur'ân'ı onların elinden kaldırmalıyız yahut Müslümanları Kur'ân'dan soğutmalıyız".
Bazıları için sıradan bir gazete haberinden başka bir anlam ifade etmeyen bu sözler Molla Said’de “târifin fevkinde bir tesir uyandırır.” İstidadı şimşek gibi alevli, duyguları ve bütün letâifi uyanık ve ilim, irfan, ihlâs cesaret ve şecaat gibi harika inayet ve seciyelere mazhar olan Molla Said, tüm hayatını etkileyecek; sadece kendinin değil, kendisini takip edecek nesillerin ve hizmet erlerinin yol haritasını çizecek kararı verir: "Kur'ân'ın sönmez ve söndürül[e]mez mânevî bir güneş hükmünde olduğunu, ben dünyaya ispat edeceğim ve göstereceğim."
O gün duyduğu bir haber üzerine ruhunda uyanan bu kuvvetli niyeti gerçekleştirmek için hayatını Kur’an odaklı olarak düzenler ve var gücüyle çalışmaya başlar. Bir asra yaklaşan ömrünün en önemli gayesini “Kur’an’ı anlamak ve anlatmak” olarak belirler. Bundan sonra Molla Said hayatını Kur’an yoluna adamış bir Kur’an talebesidir.
Buradaki sır aynı zamanda onun hem insan anlayışını hem de eğitim anlayışını da açıklamaktadır. Molla Said o zaman dünyanın en büyük emperyalist gücü olan İngiltere’nin Sömürgeler bakanın ağzından çıkan bu ifadelere karşı, maddi ve silahlı güçle; onların ordularına mümasil ordular hazırlayarak değil, Kur’an’ın hakikatlerini ortaya koyarak zafer kazanacağına inanmaktadır.
Bunun için ihtiyaç duyduğu sermaye ise yetişmiş insan gücü değil, Anadolu’nun samimi ve mütevazi evlatlarıdır. Tarihçedeki ifadelerle: “Bir buğday tanesi kadar çam çekirdeğinden dağ gibi bir ağacın zuhuru, kudret-i İlâhiyeyi açıkça göstermektedir.”
Bundan hareketle karşısındaki muhataplarını –eğitim seviyesi ne olursa olsun- fıtratlarında Allah’ın ektiği sonsuzu ve sınırsız meleke ve kuvveleri ortaya çıkardığı takdirde, bu gençler tüm dünyaya Kuran sönmez ve söndürülmez bir güneş olduğunu” gösterecekler; Kur’an hakikatlerini hal ve hareketleri ile tercüme ederek dünyaya duyuracaklardır.
Daha sonraki dönemlerde bu gaye-i hayalini gerçekleştirmesini önlemek için “maddî hiçbir kuvvete sahip olmayan” bu zatın elleri-kolları kelepçelenmiş, unutulup gitmesi için Barla gibi kuş uçmaz, kervan geçmez bir yere sürgün edilmiştir.
Ama onun azminde zerre kadar bir azalma olmamış, aylarını, gecelerini, gündüzlerini, saatlerini ve hatta dakikalarını hayatının “gaye-i hayalini” gerçekleştirmek için planlamış ve uygulamıştır.
Yıl 1926. Barla’dayız.
Üstad hazretleri talebelerinden Sıddık Süleyman risale yazmakla meşgul. Bu aziz insan gündelik hayatın sıkıntıları ve yorgunluktan olsa gerek içinden şöyle geçirir: “Biz yazıyoruz, biz okuyoruz, Üstad bu kadar zahmeti niye çekiyor?
Üstad, birden, 'Kardaşım göreceksin, ben bunları bütün dünyaya okutturacağım' der.
Üstadın bu hedefini Nurun ilk nesli olan abiler gerçekleştirdiler. Bugün tüm dünya Nur Risalelerinden ve onların yazıldığı Türkiye’den haberdarsa; dahası dünyanın çeşitli ülkelerinde on binlerce kişi Risale-i Nurun yazıldığı Türkçeyi öğreniyorsa bunu bu aziz insanlara borçluyuz. Bu insanları yakından tanımak ve anlamak için Fırıncı abinin hayatına kısa bir göz atmak yeterlidir.
Mehmet Nuri Güleç, Üstadın tabiriyle “Muhammed Fırıncı” ve Nur talebelerini ifadesiyle Fırıncı Abi bugün 84 yaşında.
Ocak 1952’de 20 yaşında bir genç olarak Üstatla ilk kez bir sabah namazından sonra karşılaştı ve talebeliğe kabul edildi. O gün bugündür, iman ve Kur’an hizmeti adına yollarda. Bırakın Anadolu’nun şehir, kasaba ve köylerini; dünyada gitmediği ülke neredeyse kalmadı. Saçları ağardı, ihsan-ı İlahi olarak omuzuna konulan ağır yükten omuzları biraz öne doğru eğildi; ama zulümler ve zorluklar karşısında eğilmedi ve pes etmedi. Dünyevi hazları terke ederek, tüm dünyayı dolaştı. Karşılaştığı herkese davasını anlattı.
Bugün vücut elbisesi biraz eskise de ruhunun hala genç ve koşmaya devam ettiğini görüyoruz.
Peki, bu koşuşturmanın; dur-durak bilmeyen gayret, himmet ve hamiyetin sırrı nedir? Bu enerjinin kaynağı nedir?
Tarihe bakınca bu ve benzeri soruların cevabını bulabiliyoruz.
Alman şarkiyatçı, Tasavvuf araştırmacısı ve Mevlâna uzmanı Prof. Dr. Annemarie Schimmel (1922- 2003) Muhammed İkbal’in şiirlerini değerlendirirken ilginç bir benzetme yapar:
“Hz. Mesih’in nefesi nasıl ölü bedenlere hayat bahşetti ise, İkbal’in şiirleri de emperyalizmin baskı ve stratejileri ile ölen ruhlara hayat nefhederek koca Hint kıtasının uyanmasına ve hürriyetine kavuşmasına vesile oldu.”
Aynı hakikatin Anadolu’da 20. Yüzyılda bir kez daha tecelli ettiğini görüyoruz.
Yıkılan, yakılan, yağmalanan ve dahası ret edilen şanlı ve azametli bir tarih ve medeniyetin evlatları “ye’sin, umutsuzluğun, özgüvensizliğin, fakirliğin” pençesinde kıvranırken, Bediüzzaman Said Nursi yazdığı Nur Risaleleri ile genç nesillerin ruhlarını diriltiyor, akıllarına istikamet veriyor ve onları müthiş bir güç ve kuvvetle donatıyordu. Bu güç ve kuvvetin kaynağı ise tahkike ve tecrübeye dayanan bir imandı.
Devlet-i Aliyye'nin içerisinde bulunduğu inhitat ve çözülme herkesi mahzun, mükedder ve nevmid ederken; "istikbal-i inkılabat içinde en gür sâdâ İslam'ın sâdâsı olacaktır" diyerek umut aşılayan Üstad Said Nursi, bu hedefine genç nesillerle yürüyecekti.
Umutsuz olmak, Kadir-i Mutlak olan Allah’ın kudretine sınır çizmektir. Allah varsa, umutsuzluk yok!
Maddi-manevi, siyasi ve ekonomik tüm olumsuzluklara rağmen bu olumlu ve pozitif anlayışını, "her kıştan sonra bir baharın ve her geceden sonra bir sabahın geleceğinden" hareketle sık sık tekrarlayan Said Nursi; dünyanın ve insanlığın geleceğini İslami değerlerin şekillendireceğinden şek ve şüphesi bulunmadığını açık ve net olarak tüm insanlığa bir asır öncesinden ilan etti.
Ancak bu hedef ulaşmanın temel şartı Müslüman bireyin üzerine düşeni yapması; kendini ve tarihi dönüştürücü rolünü oynaması gerekir. Ona göre, İslami değerler ve tahkiki iman ekseninde kendini değiştiren ve dönüştüren Müslüman bireyin, tarihi dönüştürme imkân ve gücü vardır. Bunun müşahhas örneklerinden birisi ise Fırıncı Abidir.
Adeta “iman hem nurdur, hem kuvvettir; evet hakikî imanı elde eden adam, kâinata meydan okuyabilir” vecizesi tek tek her Nur talebesinde tecelli ediyor; Anadolu’nun işinde-gücünde olan sıradan mütevazı insanları birer hizmet eri olarak Kur’an’nın mesajını önce Anadolu’nun, daha sonra da dünyanın her köşesine yaymaya başlıyordu. Bundan dolayı başta merhum Mustafa Sungur ve Ali Uçar olmak üzere, Fırıncı Abi, Muhsin Alev ve diğer abiler, sadece Anadolu’nun abisi değil, dünyanın abisidirler.
Bu abileri dünya abisi yapan sır nedir? Fırıncı Abi örneğinden olaya bakmaya çalışalım.
Fırıncı abinin ilk kez üstatla karşılaştıktan sonra müthiş bir hizmet anlayışı ile “mayalandığını” ve iman ve Kur’an’a hizmeti gaye-i hayat olarak gördüğünü görüyoruz. Aslında bu sadece ona ait bir şey de değildir. Üstadın karşılaştığı genç ve yaşlı herkesi “hizmet” aşkı ile mayalamış; onları küresel bir hizmet için bezl-i hayat yapmaya sevk etmiştir. Bu yolda her meşakkate katlanılmış, her zorluğa dayanılmış; engeller aşılmış ve Kur’an hakikatleri muhtaç gönüller ulaştırılmıştır.
Fırıncı Abi 60 yıldır her gün ve her saati hizmete göre planlanmış ve hizmet için koşturan bir hizmet eri. Konfüçyüs ve Sokrates’i talebeleri dünyaya duyurup tanıttığı gibi, Bediüzzaman Said Nursi hazretlerinin telif ettiği Risale-i Nur Külliyatını da tüm dünyaya duyuran ve tanıtanlar da onun talebeleridir.
Bunun delili ise, Papua Yeni Ginede İsa Teine, Güney Afrika’dan rahmetli İsmail Collier, Prof. Dr. Muhammed Yasin, Suudi Arabistan Seyit Elmas, Almanya’da Salim Abdullah, İngiltere Colin Turner, Amerika’da rahmetli İ Abu-Rabi, Endonezya’dan Prof. Dr. Amin Abdullah, Malezya’da Dr. Siroz, Irak’ta İhsan Kasım, Fas’ta dünyaca ünlü filozof Prof. Dr. Taha Abdurrahman ve Eşrati Süleyman’dır.
Listeyi uzatabiliriz ama kısaca dünyanın neresine giderseniz gidin Risale-i Nurdan bahis oldu mu “Fırıncı Abiden” de bahis olur. Eğer sizinle birlikte orada değilse, neden gelmediği sorulur.
Fırıncı abiyi bir ay boyunca belli aralıklarla telefonla arayın. Mekke, Medine, Köln, Berlin, Paris, Lahey, Brüksel, Sofya, Kahire, Kuala Lumpur, Jakarta, New York, San Francisco veya başka bir yerde ders yaparken bulmanız büyük bir ihtimaldir.
Bundan dolayı Anadolu Abiliğinden, dünya abiliğine terfi etmiş bir büyüğümüzdür. Bundan dolayı da Fırıncı abinin, bir Anadolu Abisi olmaktan çok bir dünya abisi olduğunu düşünüyorum. Gelecekte “abi” kelimesi İngilizce lügatlere girerse, bunda başta merhum Sungur Abi ve Fırıncı abi olmak üzere diğer muhterem abilerimizin katkısıyla olacağını şimdiden not etmek isterim.
Hizmet eri dervişlerin Anadolu ve Balkanlara İslam’ı nasıl yaydıklarını; Osmanlı ordularından çok önce oraları hal ve hareketleri ile İslam’a hazırladıklarını biliyoruz. Günümüzde İslam’ın dünyaya yayılışında da benzeri bir hareketi bir kez daha ve daha büyük bir ölçekte gerçekleştiğini görüyoruz. Bu hizmeti yapan erlerin de büyük ekseriyetle tarihteki öncüleri gibi rütbeleri olmayan mütevazı ve sıradan gönül erleri olduğunu görüyoruz.
Fırıncı abi işe kendi memleketi Bursa’da başlamış.
1939 Bursa doğumlu Erdoğan Utangaç henüz on beş yaşında bir genç iken 1954 Nur Risalelerini tanıdığını ifade ediyor. Kendisine Risale tanıtan ise 1928’de Bursa doğumlu 26 yaşında bir genç olan Mehmet Güleç, yani Fırıncı Abidir:
“Muhterem Fırıncı Ağabey bizim köye çok sık gelirdi. Köyümüz İnegöl yolunda olması dolayısı ile bize sık sık uğrardı. Bir gün bana Fırıncı Ağabey Küçük Sözer’i verdi. Daha sonraları Gençlik Rehberi, Konferans ve Said Nursi isimli eserleri getirdi. Okudukça ruhum genişliyor, gönlüm bambaşka derunî hislerle doluyordu.”
Sadece hemşerisi Erdoğan beye Nur Risalelerini vermekle yetinmediğini görüyoruz. Bu amaçla tüm Anadolu’yu gezdi; gitmediği şehir ve ilçeyi bırakan neredeyse ziyaret etmediği köy kalmadı.
Bu yeterli miydi?
Değildi.
Çünkü Üstat hazretleri onlara hizmet alanı olarak dünyayı, muhatap olarak ise tüm insanları göstermişti. Öyle ise bu mesaj tüm dünyaya ulaştırılmalıydı.
1974 gibi erken bir dönemde Risaleleri İngilizceye tercüme etmek için Amerika’ya gitti. Böylece ilk tercümeler yapıldı. Fırıncı Abi seyahatlerine devam ediyordu. Hiçbir resmi eğitimi yoktu ve yabancı bir dil de bilmiyordu. Ama mükemmel bir imanı, itminanı, gaye-i hayali ve bunları çok mükemmel yansıtan bir beden dili vardı.
Onu bir kez gören simasında yansıyan nurani tebessümü asla unutamıyordu. Nedense onu ilk kez gören çocuklar tüm samimiyetleri ile ona amca diyorlardı.
Büyüklerin abisi, küçüklerin amcası hizmet eriydi.
Birkaç dil bilen kişiler bir şey yapamazken, Fırıncı Abi Risaleleri İngilizceye ve Arapçaya tercüme edecek kişileri buldu. İngiliz asıllı Şükran Vahide Hanım tüm külliyatı İngilizceye kazandırırken, Iraklı İhsan Kasım tüm eserleri Arapçaya tercüme etti.
Bununla da yetinilmedi, Risalelerin tercümanları ile İngilizce ve Arapça konuşulan ülkelerde yoğun bir tanıtım ve ilimi toplantılar dönemi başladı. Bugün Papua Yeni Gine’de eski bir papaz ve yeni bir Müslüman olan İsa Tieman bile Risaleleri tanıyorsa bunda Fırıncı Abinin büyük emeği, gayreti ve himmeti vardır.
Peki, bu hizmet erlerini nasıl anlayacağız?
Onların hayatını ve güzel örneklerini İbn Haldun’un dediği gibi “sadece bizlere şevk veren güzel hatıralar” olarak mı anlatacağız? Yoksa bu güzel örneklerden hareketle, sıradan insanları iman ve irfan ekseninde değiştirerek ve dönüştürerek birer hizmet olarak küresel dünyayı fethe çıkaran bu işin sırrını anlamaya mı çalışacağız?