“Misafirin mi var yine?” dedi.
“Tabi tabi geldiler” dedim, şimdi çay koydum onlara, muhabbet ediyoruz…
Bu kez bademcikleri de katmış yanına beraber gelmişler.
“Desene savaş başladı içeride!” dedi ve ekledi; “Ateşin de var mı?”
“Savaşsınlar,
Arada birisi yakıyor ateşi,
Çorba mı yapıyorlar ne,
Aslında savaşırken bile anlaşıyor bu hücreler(!)
Birbirine ikramlar,
Hürmetler,
Sanki biliyorlar ki sağlık için savunan, onu harekete geçirenle aynı şekilde vazifeli,
Kızmadan yapıyorlar işlerini.
Kin gütmeden,
İnat ile ısrar etmeden(!)
Hem gerek de kalmıyor,
Bir kez ilk savunma hattını kırıp orduyu göreve çağıran bir bakteri ya da virüs,
Savaşı kaybedince,
Onurluca teslim oluyor…
Hz. Ömer gibi, Hz. Ali gibi, Sahabeler gibi davranıyorlar. Hakkı Hak bilip sarılıyor ve babası ya da atası eğer batıldaysa ona karşı tereddütsüz savaşıyorlar.
Şifa gibi Hidayet’in de Allah’tan olduğunu biliyorlar.
Teslim bir şekilde dolaşıyor içeride,
Halktan biri oluyor,
Kendi halkını unutuyor,
Hatta kendi halkından dışarıdan biri tekrar saldırsa,
Savaşa en ön safta ilk kendisi gidiyor…
İçerideki kâinat’ta dost var, düşman var ancak kalleşlik yok(!)
Onurlu kumandanlar,
Ve askerler var.
Tam teslimiyet nasıl olur'un tablosunu çiziyor her hücremiz,
Onurluca…
Akyuvarlarımız veya trombositler ve hatta tüm hücrelerimizde Sahabenin ahlakı var(!) desek, çok mu ileri gitmiş oluruz?
İçimizdeki kâinat’ta böyle işliyor işler.
Peki, dışarıda niye böyle değil?
Neden savaşırlar, tekrar tekrar?
Neden mi kabiliyetleri geliştiği için mi sınarlar?
Fark bu mu dersin?
Bizi insan yapan bu mu?
Bu durum da ne için savaştığımız, her şeyden önemlisi mi?
Ne için savaşması gerektiğini bilmek yeterli mi peki?
Nedenini bilmeden savaşandan, daha az mı zarar verir yani?
"Nasıl yani?" dedi, "kafam karıştı!
"BİLMEK" diyorum, bir perdedir!
Yaşamayıp bildiğin her şey dizilir gözüne, kataraktın katları gibi...
Ve "BİLİYORUM" dediklerin kasadaki altın!
Sen harcasan da işliyor celladın tik takları, harcamasan da...!
Hadi, soğutmayalım çayları...