“Gece gündüz ömrünüz kısalıyor. Yaptıklarınız ise kaydediliyor.” Abdullah ibni Mesud
Bir gece vakti, rüya mıydı neydi bilmiyorum, “Kalk!” dediler şaşkın bakışlarımın arasında. Çekip çıkardılar yatağımdan. Soramadım “Nereye?” diye. Uzun ve hızlı bir seyahate çıktık, doğduğum güne, çocukluğuma.
Öylesine hızlı uçuyorduk ki sormayın, rüzgârı bile geride bırakıyorduk. Işıklı yollardan geçtik. Hayal meyal hatırladığım şeyler arasından geçtik. Eski evler, eski yüzler, hepsini hızla geçiyorduk.
Nihayet, çok eski bir eve geldik. Karşımda bir bebek duruyordu. Kundakta bir bebek. Hemen hatırladım her şeyi. Eski evimizdeydim. “Bu kim?” diye sormadım beni getirenlere. Bu benim bebekliğimdi. Ne kadar mâsum bir yüzdü bu... Ne kadar Yaratan’dan haber veren bir işaretti herşeyim…
Sonra geçtik, çocukluğumun her yılına, önemli olanlarına uğradık bir bir. Bir şey git gide dikkatimi çekiyordu. “Eyvah!” diye korktuğum o anları tekrar hatırlamaya ve yaşamaya başladım. Bir iyi anlar, bir kötü anlar gösteriliyordu. İyiliklerimi seyrederken ne kadar hoş ve ulvî bir zevk alıyorsam, yanlışlarımı seyrederken de müthiş bir hüzün yaşıyordum.
***
Nihayet çocukluğumun o en korkutucu sahnesine geldik. Küçük kardeşimi komşumuz Muhacir Hasan Amcanın at arabasının kasasına koymuştum. Araba birden hızlanınca kardeşim dengesini kaybedip, kasadan ‘küt’ diye düştü. Tam arka üstü, hem de Arnavut kaldırımlarının üzerine. Başından müthiş bir kan fışkırdı. Fıskiyeden su fışkırır gibi… Korktum, kaçtım. Ne yapmam gerektiğini de bilemiyordum, ufaktım. O gün okulda hayatımın en uzun ve en hüzünlü saatlerini yaşamıştım… Kardeşimin başına bir şey gelip gelmediğini şiddetle merak ediyordum. Kötü bir haberin ulaşmasını hiç istemiyordum. O gün okuldaki derslere öylesine girdim, çıktım. Aklım hep kardeşimdeydi. Okuldan eve dönerken, içimde yine o korku vardı. Çok şükür, kardeşim yine bahçede neşe içinde gülüp oynuyordu. Başındaki derince bir yarık göze çarpıyordu. Örümcek ağlarından, akan kanı durdurmak için pansuman gibi bir şey yapmışlar, ya da tentürdiyot sürmüşlerdi. Başında bunların izleri vardı. Bir de o sapsarı ve bukle bukle saçlarının arasında beyaz bir bandaj, sanki kurdele gibi duruyordu. Bu acıyı o an bir kere daha yaşadım, ama orada bırakmadı, “geçelim” dediler bu sahneyi.
***
Acıyla sevincin kaynaştığı anlardan bir bir geçiyorduk. Hem de hızlıca... İlk yaşadığım zelzelenin akşamüstüne geldik nihayet ve orada durduk. On üç yaşında bir çocuktum. Toprak, çıplak ayaklarımın altından kayıp gidiyordu. Ömrümde hiç görmediğim bir titremeye tutulmuştum. Bir adım atıp kımıldayamıyordum, tek bir adım dahi. Yer kabarıp kalkıyor, toprak yarılıyordu ayaklarımın altında. Ve ben bağırıyordum. “Söz veriyorum Allah’ım! Söz veriyorum, vallahi söz veriyorum, namazlarımı kılacağım. Hiç bırakmayacağım!” diye…
Bunu da geçtik. Ama o müthiş ânı, hiç unutamadığım o zelzeleyi, bir kere daha yaşayarak. Komşumuz Tahsin Ağabey’in annesinin vefatını hiç unutmadım. O melek misâl kadın, yolda cadde üzerindeki simit fırınının beton tavanının altında kalmıştı.
Yine hızla geçtik yılları. Ürktüğüm bir manzara vardı, onu da tekrar yaşadım. Karşı komşumuzun büyük kızının, alevler içinde yanıp can verdiği o sahneyi. Ev kısa zamanda harabeye dönmüştü. İtfaiye yetişti ama neden sonra. Bağırışlar, çağırışlar bir netice vermedi. Feryat figânlar yükseliyordu evlerden. Ve kızcağızın cansız bedeni ancak alevler söndükten sonra çıkarılabildi. Biri, şehittir inşallah dedi. Bunu da seyrettirdiler.
Arada gitgide yaşlandığımı, çocukluktan gençliğe doğru geçtiğimi hissediyordum. Olaylar çok düzenli bir şekilde akıyordu. Sonra bir hastane odasına getirdiler, kapıyı araladılar. Annemi gördüm. Hasta bir gencin başucunda oturmuş, onunla ilgileniyordu. Uzun saçlı bir gençle. Yirmi iki yaşındaki bu genci de hatırladım. Bu bendim…
Beyaz önlüklü hemşireler, doktorlar art arda girip çıkıyorlardı odaya. Bir yandan da ziyaretçiler... Anlaşılan o ki, durumum pek parlak değildi. Tam teşhis konulamayan bir hastalık... Dokuz gün boyunca mum gibi erimişti bedenim. Kimse bir şey yapamıyordu. Öylesine terliyordum ki, giyecek ne elbise, ne de bir çamaşır kalmıştı. Yatak çarşaflarına sarılıp sarmalanıyordum.
Birden bire vücudumdan terler boşanıyor, her yanım ânında sırılsıklam oluyordu. Hâlsiz, mecalsiz bir beden uzanmış, yatıyordu. Başucumda birkaç kitap. Bir tanesi, ‘Hastalar Risâlesi.’ Bu eserleri daha yeni okumaya başlamıştım.
Bunu da geçtik. Bu olayın üzerinden çok değil, iki yıl geçmişti. Bir gece yarısı sohbetten dönerken içinde bulunduğumuz minibüs takla atmıştı. Araba yolun solundaki bir tepeye vurunca, yere düştüğümüz o ânı tekrar hatırladım. Kaderin ince sırlarını bir kere daha yaşamış, görmüştüm orada. Beş dakika önce şoförler değişmişti. Beş dakika sonra da, neredeyse hayatlar değişiyordu. O minibüsün içinden nasıl çıktığımızı ve zifiri karanlıkta neler yaşadığımızı da unutmuştum neredeyse. Hepsini bir kere daha gösterdiler. “Geçelim” dediler.
Güzellikleri, iyilikleri, neşeleri, sevinçleri çok çabuk geçiyorduk da, nedense kritik eşiklerde daha uzun bir süre kalıyorduk. Daha nice sahneler geçtik. O çocuk, gençliğini de geçiyor, geride bırakıyordu artık. İhtiyar oluyordu…
Son zelzelenin gecesinde yaşadıklarımı da gösterdiler. En küçük bir jest, bir el hareketi, ya da bir ses, bir konuşma, hiçbir şey ama hiçbir şey kaybolmamıştı. Ne varsa yaşadığımız herşeyi bir bir hatırladım.
Bir şey daha vardı söylemeyi unuttuğum. Her olayın ardından bir şeyler mırıldanıyordu beni getiren seslerini duyduğum ama yüzlerini göremediğim o iki kişi:
“Allah’a verdiğin sözü hatırla” diyordu.
“Namazı dosdoğru kıl.”
“Verdiğin sözü tut.”
Bunlar Kur’ân’dan âyetler olmalıydı. Ne yaşadıysam tek tek gösteriliyordu, hızlı bir film şeridi gibi âdeta. İstediğim yerde değil, istedikleri yerde durdurup gösteriyorlardı. Sonuçlarına da katlanmak zorundaydım gösterdiklerinin. Yüzümü çeviriyordum, gözlerimi kapatıyordum bazı yerlerden geçerken, utanıyordum bazı sahnelerden ama gösteriyorlardı.
Sıkılmaya başladığım anlarda başımı öne doğru eğiyor, gözlerimi kapıyordum, ama sol tarafımda duran kişi, “Gözlerini aç ve bak!” diyordu. Ben bu sözün içinde “Yaşadıklarınla yüzleş!” mesajını alıyordum. Ne kadar da çok şeyler yaşamışım öyle. Unutunca bazı anılarını hiç yaşamamış gibi geliyor insana. Gerçek öyle değil, bak şimdi her şey hatırlatılıyor bir bir. Karanlık bir odada, minnacık bir ışığın, eşyanın parlak ve beyaz yüzlerine vurup, sadece onları aydınlattığı gibi, hayat filmimin kareleri içinde dolaşırken, o parlak ve beyaz sahnelerin ne kadar da az olduğunu fark ediyordum. Korku ve ümitsizlik içimi kapladığı sıralarda, biraz aydınlık bir sahneyle dengeleniyordu her şey.
Son olarak, yaşadığım evdeki odamdan içeri girdik. Yatakta uzanan ve uyumakta olan, ama hiçbir hareket eseri görünmeyen bir adamın başında durduk. “Kim bu insan?” diye sormadım artık. Çünkü yatanın kim olduğunu biliyordum. Bu bendim. Benim bedenimdi.
“Bugün ayın kaçı?” diye sordu biri.
“23’ü” dedim. Şaşkın bakışlar altında dinliyordum.
“Tevafuk… Yirmi Üçüncü Söz’ü bir kere daha oku. Özellikle Üçüncü Nüktesini. Ama dikkatle oku...” dedi.
Şimdi zor bir soru vardı, sormalı mıydım, yoksa zaten gösterilenlerden gereken dersi almış mıydım? Karışıktı kafam. Dayanamadım, “Şimdi ne olacak?” diye sordum. Sağ tarafta duran kişi, “Sen bundan böyle iradenle nasıl bir hayat yaşamak istersen ve hangi yolda gitmeyi dilersen, Allah da öyle yaratacak. Seçmekte serbestsin” dedi.
“Bu her zaman böyle değil miydi?” dedim.
“Evet” dediler.
“Şimdi ne olacak? Şimdi ne olacak?” diye sordum arka arkaya.
“Bundan sonrası için iyi düşün. Hayatını gördün işte, bundan sonrası için iyi karar ver” dediler ve beni bırakıp gittiler.
Birden sahne değişti ve yattığım yerden doğrulup kalktım. Hemen uyandım. Ha, unutuyordum! Kapının hemen çıkışında bir söz daha söylediler. “Kısa bir zaman sonra yine geleceğiz” dediler.
Uyandım, rüya olamazdı bu. Çünkü bazı yerlerini hatırlamakta güçlük çekerdi insan rüyada yaşadıklarının ve yaşamadıkları şeyler de vardır içinde rüyanın. Oysa bütün her şey en ince ayrıntısına kadar ne varsa hepsi yaşadıklarımdı.
O günkü takvim yaprağına gözüm ilişti. Saate bakayım dedim, vakit girmiş miydi acaba? Evet, imsak geçmiş, sabah namazının vakti girmişti. Ezanlar okunmak üzereydi ve takvim yaprağında ise şu âyet yazılıydı:
“O gün (amelleri tartacak) terazi haktır. Kimin (sevap) tartıları ağır gelirse, işte onlar kurtulanlardır.” (Araf Sûresi, 8)
Hayat, uykuyla uyanıklık arasında, ölümle hayat arasında. Hayat, yaşadıklarımızdan ders alıp doğru bir hayat yaşamak arasında, dosdoğru sıratı müstakîm üzere, yeniden yaşamak üzerine ince bir yerde. Hayatına bakmak, ders almak ve o andan itibaren yeniden hayata başlamak, Allah’ın izin verdiği sürece yine elimizde.
“Hiçbir şey, eskisi gibi olmayacak” diye ümitlendim.
Ha kabirden kalkıp dünyaya gelmişim, ha yataktan kalkıp hayata başlamışım o an. İkisi de birdi benim için. Fakat zorlu bir nefis yanı başımızda olduğu sürece, hayatı hatasız yaşamak ne kadar da zordu. Ancak sonsuz merhamet sahibi olan Allah (cc), hayatın eksilerini ve artılarını, günahlarını ve sevaplarını ayrı ayrı tartıp değerlendiriyor, keyfiyeten artı bir mesâbesinde bir hayrı olana, ebedî hayatın kapılarını aralayıp lütfuyla, keremiyle cennetine alıyordu.
“Şimdi ne olacak?”
Bu soru, sadece benim hayatımın sorusu değil, sizin de hayatınızın sorusudur herhalde.
***
(Hayatını iman ve Kur'an davasına adamıştı. Asıl adı Hüseyin Şengörür'dü. Selim Gündüzalp olarak yazdığı yazılarında en çok ölüm hakikatini anlatmış, insanların adını zikretmekten korktuğu bu hakikati sevdirmek için çalışmıştı. Vefatının üzerinden neredeyse iki hafta geçti. Risale Haber olarak Zafer Dergisi ile işbirliği yaparak Selim Gündüzalp ağabeyin her zaman tazeliğini koruyan yazılarını duaya vesile olması niyetiyle tekrar yayınlıyoruz. Cenab-ı Hak rahmet eylesin.)