Bediüzzaman'ın 'Dünyayı kesben değil, kalben terk etmek evladır.' sözünü çok severim. Bu, insandaki ilahi merkez olan kalbin asıl sahibinin Allah olduğunu söyler.
Orası, Sahibi'nin teşrifine hazır olmalıdır. Yani gayrdan arınmalıdır. Dünyayı fiilen terk etmek imkânsızdır, o halde asıl terk kalpte olacaktır. Büyük bilge Rabia günlerdir su ile iftar ve sahur etmekten bitap düşmüştür. Akşama doğru komşusu yaşlı kadın bir kap yemek getirir. Almak istemez. Kadın ısrar edince alır. Ezan yaklaşınca, pınardan su getirmek üzere elinde desti çıkar. Eve döndüğünde kapıyı açık bıraktığını, içeri muhtemelen aç bir hayvanın girdiğini, yemeği afiyetle yiyip gittiğini anlar. 'Neyse' der, 'onun kısmetiymiş, ben de su ile iftar ederim.' Vakit girince önce abdest alıp namaz kılmak ister. Başı döner, elindeki desti düşer, kırılır, su yere saçılır. Yerde yığılıp kalmış halde, göğe bakar, 'yetmedi mi?' diye seslenir. Kalbine bir kelime siner : 'İste, bütün dünyayı sana vereyim...' Gözleri bir an parlar. Fakat sevinci kursağında kalır. 'Bu durumda, senden kırk yılını geri alırım...' Kırk yıldır zühd içinde yaşamaktadır. 'Zira bir gönüle iki sevda sığmaz...'
Yaşamımıza yön verdiğini sandığımız o hadisi anar dururuz: 'Yarın ölecekmiş gibi ahiret yurdu için, hiç ölmeyecekmiş gibi dünya için çalışın.' İyi güzel de, bizler genellikle bunun ikinci yarısını dikkate alırız. Oysa insanın kalbini asıl yatıştıran, onu tümüyle Sahibi'ne iade etmektir. Kalbimizdeki en küçük dünya tortusu, bizi, bütün Rububiyet vehimlerinden arınmamızı gerektiren kulluk düzeyine erişmekten alıkoyar. Hele yoksulluğun yaygınlaştığı, tabakalar arasındaki uçurumun büyüdüğü, zenginliğin bizatihi bir değer olarak algılandığı bir zeminde...
İşin doğasında bir yatışmaz yapı var demek ki. Zenginleşmeli, hizmet etmeli... Bu önerme çoğu zaman tersine de işleyebiliyor. Zenginlik bizatihi istenen bir şey haline geldiğinde amaca dönüşebiliyor. Oysa, İbn Arabi'nin dediği gibi 'neye talipsen osun' ve, 'bir şeyi elde etmek istiyorsan onu terk et.' terk ettiğin şey mutlaka sana döner...
Bu satırları yazmama sebep, bu ayda doğup ölen büyük Akif'in 'Kocakarı ile Ömer' hikâyesini tekrar okumam. Özellikle yönetici elitlerin okumasını salık veririm. Özellikle de, 'Kenâr-ı Dicle'de bir kurt aşırsa bir koyunu,/ Gelir de adl-i İlâhî sorar Ömer'den onu!' dizelerini.
Sizler için fakirlikten korkmuyorum...
Aralık ayı bir Hz. Mevlânâ'ya, bir de Akif'e yuvalık ediyor. Bugünlerde Akif'i yeniden yeniden okumanın vaktidir. Hele de andığım hikâyeyi. Bediüzzaman'a, 'İslamiyet ehl-i ilmin ve fukaranın kalesidir' sözünü hangi gerekçe söyletti bilmiyorum, ama, evsizler, göçmenler, sokaktakiler, yoksullar, zayıflar, hastalar, yetimler, dullar, sahipsizler, düşkünler, çaresizler, çocuklar, yaşlılar... bir ülkede insanlığın hicranı olan bu zümre mutsuz ise, kendisini sahipsiz hissediyorsa, Müslümanların dilinden zenginliğe dair sözler düşmüyorsa durum hiç de içaçıcı değildir. Evsizliği, modern teknolojinin bir semptomu olarak gören Heidegger'e tümüyle katılmak mümkün değil. Yoksulların mesken tutmayı bilmemeleri, evin çağrısına sağırlaşmaları, bizim gibi çarpık kapitalist memleketlerde, ontolojik olarak bir 'yerleşme' sorunu olmaktan çok, adaletsizlikle, servetin birilerinin lehine/aleyhine birilerinde birikmesi dolayısıyla kirlenmesiyle ve bizatihi zulmün bir aracı haline gelmesiyle ilgilidir. Derrida'nın hatırlattığı gibi, mesken tutmak varoluşun koşulu olmadığı gibi, meskensizlik de anlamsız bir varoluş değildir.
O halde bir gönüle iki sevdanın sığmayacağını öğrenmeksizin hakiki anlamda mümin olmak da imkânsız görünüyor. Dünya bir emanet, içindekiler minnetsiz koparacağımız mülkümüz değil. Biz bu muazzam varoluşun içinde, O'nu temsilen, adalet ve merhameti koruma isteğiyle donanmış fanileriz. Bunu bize sık sık hatırlatan Mehmed Akif gibi dervişleri can kulağıyla dinlemeliyiz:
'(...) Kadın ne söyledi, Abbas, işitmedin mi demin?/ Yarın huzûr-i İlâhide, kimseler, Ömer'in/Şerîk-i haybeti olmaz, bugünlük olsa bile;/Evet, hilâfeti yüklenmiyeydi vaktiyle./Bir ihtiyar kan bî-kes kalır, Ömer mes'ûl!/Yetîmin, girye-i hüsrân alır, Ömer mes'ûl!/Bir âşiyân-ı sefâlet bakılmayıp göçse:/Ömer kalır yine altında, hiç değil kimse!/Zemîne gadr ile bir damla kan dökünce biri:/O damla bir koca girdâb olur boğar Ömer'i!/Ömer duyulmada her kalbin inkisârından;/Ömer koğulmada her mâtemin civârından!/Ömer halife iken başka kim çıkar mes'ûl?/Ömer ne yapsın, İlâhî, beşer zalûm ü cehûl!/Ömer'den isteniyor beklenen Muhammed'den.../Ömer! Ömer! Nasıl aldın bu bârı sırtına sen?(...)'
Bir mazlumun, bir yoksulun, bir kimsesizin ahı düşerse toprak kirlenir, zulme batar ve koca bir girdap haline gelerek başta yönetici seçkinler olmak üzere zenginleri boğar. Akif, Hz. Ömer'in taşımakta zorlanacağı bu ağır yüke sesleniyor yüzyıllar sonrasından. Bugüne de, bize de sesleniyor, boynumuzdaki vebali göstererek... Bir gönüle iki sevda sığmayışının işareti bu. Geçenlerde Ahmet Altan'ın Haram yazısında yeniden hatırlattığı gibi, kamu parasını kullanırken mutlak adalet duygusunu kuşanmış olmak gerekiyor.
"Benden sonra size dünya nimetlerinin ve ziynetlerinin açılmasından (gönlünüzü onlara kaptırmanızdan) korkuyorum." Bu uyarıya her zamankinden daha çok muhtacız. "Şüphesiz her ümmetin bir fitnesi vardır, ümmetimin fitnesi (imtihan vesilesi) de maldır." Bunun gibi Nebevi uyarılara... "Altın, gümüş, kumaş ve abaya kul olanlar helâk oldular. Eğer onlara istedikleri verilirse hoşnut olur, verilmezse hoşnut olmazlar."
"...Sizler için fakirlikten korkmuyorum. Fakat ben, sizden öncekilerin önüne serildiği gibi dünyanın sizin önünüze serilmesinden, onların dünya için yarıştıkları gibi sizin de yarışa girmenizden, dünyanın onları helâk ettiği gibi sizi de helâk etmesinden korkuyorum."
"Bir koyun sürüsünün içine salıverilmiş iki aç kurdun o sürüye verdiği zarar, mala ve mevkiye (aşırı) düşkün bir adamın dinine verdiği zarardan daha büyük değildir."
Yoksulların hikâyelerini bize en güzel anlatan Latife Tekin'e kulak vermeli bir de: 'Yoksulluktan ışıklı bir durum olarak söz ettiğimde, görüyorum, sefaleti yüceltiyormuşum gibi yüzlerini buruşturuyorlar... Sesim ince bir dumana, sonra bir cine dönüşüp mallarını mülklerini çarpacakmış gibi kirpik telaşıyla bakışlar boşluğa... Bir yutkunma, bir soluk kaçırma şiddeti; yoksulluğumu sevdim seveli gözler kapanıyor yüzüme, kalbimin derinliklerinde sessizce patlayan bir şiddet, neredeyse ilk gençliğimden beri bu şiddete karşı cebimde bir kurbağayla dolaşıyorum, yoksulluk bilgisi dediğim küstah bir kurbağayla... Pek de acele etmeden çekip giderim ve havada yabansı bir vıraklama sesi asılı kalır... Yoksulluk, bir yaşam biçimi olarak seçilebilir, dünyada kendiliğinden var olan şeylere eklenerek sessiz, sade, mutlu bir yaşam sürebilir insan, azla yetinme konforunu isteyebilir... Yaşamak için hiç de gerekli olmayan nesneleri satın almak için, ömrünüzü satmamayı seçebilirsiniz pekâlâ, mümkün olduğunca kaçınabilirsiniz bundan ve kaçınabildiğiniz ölçüde de özgür olursunuz. Yoksul bir hayatın içine doğmuş olan insanlar, bir masal sessizliğinde yaşayıp gidebilir, sürekli olarak hayatlarının kötülendiği, onları dışarı çağıran, zalimce bir aşağılamaya, propagandaya maruz kalmasalar... Ne yazık ki.'
Zaman