Bir hikaye: 28 Şubatçıların istihbaratı 

Hüseyin ÇEŞİTCİOĞLU

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ

Şubat soğukları bastırmış eve kapanmıştım. Huzursuz ve gergin dolanıp duruyordum. Bu girdaplı psikolojiden telefonun sesiyle sıyrılmak zorunda kaldım. Arayan yiğit arkadaşım öğretmen Sungur'du. Apartmanın karşısında olduğunu hemen aşağı inmemi söyledi. Neden, niçin veya yukarı gel demeden peki dedim ve askerin gece tatbikatındaki gibi aşağıya indim. Selamlaşıp kucaklaştık. Yürümeye başladık.

Hava kurşun gri bir tondaydı. Ortalığa ağırlık ve sıkıntı çökmüştü sanki. Hava ayaz mı ayaz. İnsanlar sanki silüet gibi silik ve belirsiz görünüyordu. Ya da bana öyle geliyordu. Gözler yorgun, yüzler durgundu. Aşağıdan yukarıya bir sis ortalığı kaplıyordu. İnsanlar birbirine kırgın ve küs gibi bakıyordu. Bazıları öfkeli ve gergin görünüyordu. Tek tük görünen kediler köşelere büzüşmüş ve kemikleri görünüyordu. Aç köpekler kıyılara büzüşmüştü. Yaramaz çocuklar onları rahatsız etmekten zevk alıyordu.

Bu ruh halinde yürürken tren istasyonunun önünden buldum kendimi. Sungur'un gözüne baktım; atladık trene. Trendeki insanlar sanki hastalık ve acı çekiyordu. Eski gösterişçi ve satıcı görünümlerden eser yoktu. Cenaze treni demem abartı olur ama cenaze kokusu duyuyordum. Yani taze ölü vücudu kokusu. Trende toplu cenaze taşıma aracı gibi geldi bir an. Yani öyle hissettim. Eski uçaklara uçan tabut derler ya; trenimiz de sanki cenaze katarı taşıyordu. Fakat bu toplu cenazelerin ne ağlayanı ne uğurlayanı vardı. Hayatın öldüğü veya gömüldüğü bir ülkenin ölüleri gibiydi bunlar. Müzik ve zekalı telefon sesleri bile kesilmişti. Rüzgarla yayılan bir sinyal kesici tüm ses ve nefesleri küt diye kesmişti. Karanlık bir uçurumdan yuvarlanarak atılan derin bir uçuruma götürülür gibiydik. Üstüne toprak bile saçılmayacaktı sanki. Biyonik sırtlanlar ve akbabaların işi kolay olmalıydı!

Tren son durak olan Fatih'te durdu. Biz Sungur'la indik. Diğerlerini hatırlamıyorum. Daha doğrusu ilgi ve bağlantı alanıma girmedi. Sungur'un eliyle işaret ettiği karayoluna vardık. Kenardan kenardan gergin ve hızlı adımlarla yürüyorduk. Yolda her çeşit araç olduğu halde tek bir ses duyulmuyordu. Yalnızca şubat ayazının vızıltı ve uğultusu her yeri kaplamıştı. Yol boyu asırlık kızılçamlarla donatılmış daha ilerisi vahşi bir cangıl gibiydi. Yokuşa saran ağır yüklü küçük iki kamyon gibi ilerliyorduk.

Derken Sungur ağzını açtı ve konuşmaya başladı. Ben de dinlemeye.

Yine böyle bir 28 şubat soğuğu günlerindeydik. Hiç bitmeyecek gibi geliyordu ve öyle gösteriliyordu. Ev ve fabrikalardan çıkan ağır ve kirli hava tüm şehri kaplamıştı. Barbarların ağır karbonlu nefesleri de atmosfere karışmıştı. Ağır metal ve egzoz kokuları havayı demirden ağır yapıyordu. Sırtlan ve yılan soluklarına benzer sesler çıkaran adamlar her an her yerde karşımıza çıkıyordu. İşte tam bu günlerde.

Muratpaşa Camii karşısındaki işhanında tanınmış bir gazetenin bürosu vardı. Tirajı küçük tüm dini gazeteler bu bürodaki elemanlarca ev ve iş yerlerine gün ışımadan dağıtılıyordu. İşte ilk orda tanıştık Selanikli ile. Karakter oyuncu çehreli, masmavi gözlü orta boylu, etine dolgun, beyaz tenli bir insandı. Sıcak tabii bir görüntüsü vardı. Adını Kemal olarak tanıttı. Masmavi gözleri zeka pırıltısıydı sanki. Sağ orta parmağında yemyeşil iri taşlı gümüş çerçeveli belirgin bir yüzüğü vardı. Büro temsilcisi ise, müslüman sakallı genç 30'larında bir insandı. Samimi, heyecanlı, sıcak bir mümin duruşluydu. Gazino, gece kulübü gibi yerlerde çalışıp hidayete erdiğini, namazlarını kılıp doğru yolu bulduğunu söylüyordu. Adının Kemal olduğunu söyleyen kişiyle bu büroda tanıştık.

Selanik göçmeni bir aileden geldiğini söyledi Kemal. İşte bu Kemal dini gazetelerin tahsilatını yapıyormuş. Dağıtıcı büro adına. Ay sonunda ev adreslerine gidiyor, abone paralarını kapıda veya evin içinde tahsil ediyormuş. Bu işi bisikletle yapıyormuş. Adresler elde dolaştığı ev ve işyerindeki paraları toplayıp büroya teslim ediyormuş.

Ben de tanıştım dedi Sungur. Ama zaman kötü, ortam zift rengi. Bana ders yaptığımız günü ve dersaneyi sordu. Yüzü beyaz, temiz ve müslümanca görünüyordu. Ben de tarif ettim. Hatta yazdı kağıda. Bürodan ayrılınca yanlış tarif ettiğimi anladım. Bilerek değil farkına varmadan. Dersane caddesini bir büyük cadde tam ortadan kesiyordu. Cadde iki bölümden oluşuyordu. Tarifi tam ters yönde yapmışım bilmeyerek. Sonra telefon etti ve nur dersanesini bulamadığını söyledi. Bu sefer yalan olmayan doğrularla adresin doğrusunu geçiştirdim.

Heyecanlarak "Ee..?" dedim Sungur'a.

Nefes nefese uzun yokuşu çıkıp duruyorduk. Soluklarımızın dumanı ağzımızın kenarlarından yayılıyordu. Yorgunluktan eser yoktu, göğsümüz demirci körüğü gibi açılmıştı. Yolun sağlı sollu içlerinden yabani kuş ve çakal ulumaları geliyordu. Ama tek bir motor sesi, egzoz homurtusu duyamıyorduk. Sungur'un sesi ve nefesi iyice açılmıştı. Maratoncu bir konuşması vardı. Yani en uzuna ayarlı.

Bir gün derse gittiğimde ne göreyim. Tahsilatçı Kemal dersanede. İkimiz de şaşırdık. Ders arasında konuştuk. Cemaatin tanınmış bir kişisinden adresi almış. Bürodaki yetkili cemaat yetkilisi diye birinin adını vermiş. Adresi ondan almış. Dersi ve ortamı çok dikkatle süzüyor hiçbir şeyi gözden kaçırmak istemiyordu. Ders bittikten sonra bir odada sohbeti koyulaştırdık. Benim ondan şüphelendiğimi anlamıştı. Hemen kimliğini bana uzattı. Baktıp emekli subay kimliğiydi. Hiçbir tuhaflık görünmüyordu. O an aklıma üstadın; "içinizdeki casusu bilseniz bile deşifre etmeyin" sözü geliverdi. Adam içten gibi anlatıyordu.

Subaylıktan erken emekli olmuş. Çünkü dindar olduğu için çok zordaymış. Dayanamayıp onlar atmadan kendi ayrılmış. Çoğunluk doğu ve güneydoğuda görev yapmış. Bu arada sonradan dindarlığını kabullenmeyen eşinden de ayrılmış. Çok yüklü bir tazminat ödeyip evini de satmak zorunda kalmış. Karısı alabildiğine çekilmez biriymiş. Bu arada bir tarikata girmiş onlara parasını kaptırmış. Onları kötülüyordu. Sonra bir başka tarikata girmiş ordan da kötü şekilde ayrılmış.

Sungur burda durdu nefeslendi. Gözümün içine baktı ve Selanikli Kemal istihbaratta maskeleme denen "uydurma hikayesini" anlatıyordu anladım dedi.

Daha hızlı yürümeye başladık.

Çünkü bu konuyu yeni okumuştum. Dünyaca meşhur bir istihbarat teşkilatı, ünlü bir İngiliz yazara kendi hikayesini yazdırmış. Reklam ürkütme ve cezbetme amaçlı bir istihbarat biyoğrafisi idi bu kitap. Burda birçok istihbarat gerçeği de anlatılıyordu. Kemal'le konuşunca maskeleme konusu aklıma geliverdi.

O anlatmaya devam ediyordu. En son nurculara katılmaya karar vermiş. Bu arada dini gazete tahsilatını zevkle yapyormuş. İzmir'den Antalya'ya taşınmak zorunda kalmış. Çekilmez karısının şerrinden kaçmak zorunda kalmış!.

Kemal ders günleri erkenden dersaneye geliyordu. Bazen gençlerin odalarına ve mutfağa daldığını görüyordum. Öğrencilere gelen ev kurabiyelerini sevdiği için mutfağa girdiğini söyledi bi sefer. Kemal'e evine götürmesini söyledim. Evinin bodrum katta ve girilmeyecek kadar berbat olduğunu söylüyordu. Zaman zaman bu konuyu tekrarladım. Her seferde yeni yalanlı mazeretler üretiyordu. Konu bence netleşmişti. Adam istihbaratçıydı.

Bu konuyu arkadaşlara açtım. Onlar kendinden emin karşıladılar. Üstadın alenileştirmeyin ifadesi hatırlatıldı. Belki nurcu olur diyenler oldu. Bizim gizli ve kapaklımız yoktu. Bu yüzden çekinecek ve kovacak bir durumda yoktu. Ama daha dikkatli hareket ve konuşmakta fayda vardı.

Günler böyle geçip gidiyordu. Kemal bana kendinin yanlış biri olmadığını ispatlamaya çalışıyordu. Gariban, zavallı konuma girdiği oluyordu. Kemal'in başka tarikat ve cemaat kötülemelerini kestirdim. Ama cadıkarı hikayelerini anlatmayı sürdürdü. O da bana yoklama çekiyordu. Niçin beyaz giyindiğimi sordu birgün. Yazın başka ne giyilebilir şeklinde ortalama bir cevap verdim. Başka gün kardeşler arasındaki farklılıkları, hizmet tarzlarını gündeme getirmeye çalıştı. Yine ortacı cevaplar verdim. Ama biliyordum ki görevini yapıyordu.

"Ne gibi bir görev?" dedim. Anladığım 28 Şubat sonrası dindarların genel durum değerlendirmesini yapıyordu. 28 Şubat sonrası müslümanların genel durumu ne? Korkanlar, çekilenler, ileri atılanlar. Gazete tirajlarının durumu. Hasar tespit ve değerlendirme raporu gibi. Mesela bu ev kurabiye ve çörek işini çok abartıyordu. Bu vesileyle ev derslerine de gelmeye başladı.

Özellikle gazete parası toplarken evlere davet ediliyormuş. Bu fırsatları kaçırmadığını düşünüyorum. Düşünsene; tertemiz yüzlü subaylıktan ayrılma mücahit bir abi gazete parası toplamak için ev ev geziyor. Üstelik ailesi dağılmış, geçimsiz bir eş yüzünden düzeni bozulmuş. Üstelik bisikletle dolaşarak bu işi yapacak kadar mütevazi bir subay müslüman. Tabii ki ikram ve ifşaaların haddi hesabı olmaz. 28 Şubat darbecileri ve sorumluları ile ilgili tam tekmil hikayeler anlatılıyor. Çünkü insanların canı yanmış, mağdur olmuş, çocukları okullardan atılmış. Bunları dert yanacak, subay dindar bir mağdurdan daha iyi kim olabilir ki. Üstelik hikayelere kendisi daha ketçaplı hikayelerle katılıyorsa.

Sungur anlatır ben dinlerken yokuş az daha dikleşmişti. Ama ilk defa karşıda Beydağları'nın zirvesi belirmişti. Sisler arasında beyaz karlı zirveler gelinliği hatırlatıyordu. Beyaz-lacivert bulutlar yarış yapar biçimde süzülüyordu. Uzaktan sessiz ve hızla uçuştukları görülüyordu..

Bu hikaye bitmeyecek gibiydi. Üstelik karanlık çöküyordu. Biz ise hem soğuğa hem kuzeye hem dağın dar geçidine doğru yürüyorduk. Üstelik korkunç bir karanlık bastırmıştı. Sadece şehirler arası yolu takip ediyorduk. Dağ başlarına yakın bahçeli evlerden çoban köpekleri uluyordu. Bazen birbirine dalıp boğuşuyorlardı. Şehirden iyice uzaklaşmıştık. Yollarda askeri araç ve tanklar sıklaşmış kontroller iyice artmıştı. Mehmetçik homurdansa, öfkelense de vatan millet işi deyip şevkle ve yorulsa da dinlenmeden görevdeydi.

Yolumuz dar ve engebeli Çubuk Boğazı'na düşmüştü. Meşhur Çubukbeline doğru tırmanıyorduk. Türküsünde olduğu gibi söyledi Sungur; "Yol ver bana Çubukbeli geçeyim." Ana yoldan sapıp patikaya düşmüştük bu sefer.Çünkü daralan boğazda yürüyecek asfalt kenarı kalmadığı gibi, karanlıkta yol kenarı iyice tehlikeli hale gelmişti.

***

Sonunda arkadaşım muallim Sungur hikayeyi özetledi. Çok uzundu ama özetlemek istedi.

Bir gün seni çaldırdığım gibi telefonum çaldı. Telefonlar telliydi ahizeyi kaldırdım. Ses Selanikli Kemal'in sesiydi. İzmir'den arıyormuş. Hayırdır dedim. Görevim bitti İzmir'e döndüm dedi. O zaman istihbarat bölge başkanlığı İzmir'deydi. Şimdi burda, anladım dedim. Börek ve çörekler için çok teşekkür ediyordu. Bu arada cadaloz karısıyla tekrar barıştıklarını söyledi.

İlk yorum yazan siz olun
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.