Bismillahirrahmanirrahim
Cenab-ı Hak (c.c), Şûrâ Suresi 51-53. ayetlerinde meâlen şöyle buyuruyor:
51 . Hem bir insan için, Allah’ın kendisiyle konuşması, ancak vahiy ile veya bir perde arkasından veya bir elçi gönderip de izniyle (ona) dilediğini vahyetmesiyle olur. (*) Şübhesiz ki O, Âliyy (çok yüce)dir, Hakîm (her işi hikmetli olan)dır.
52 . İşte böylece sana da emrimizden bir ruh (olan Kur’ân’ı) vahyettik. (Sen bundan önce) kitab nedir, îmân nedir bilmezdin; (**) fakat (biz) onu (o Kur’ân’ı) kullarımızdan dilediğimizi kendisiyle hidâyete erdirdiğimiz bir nûr kıldık. Ve şübhesiz ki sen, elbette dosdoğru bir yola rehberlik ediyorsun.
53 . Göklerde ne var, yerde ne varsa kendisinin olan Allah’ın yoluna! Dikkat edin! (Bütün) işler ancak Allah’a döner.
(*) Burada geçen vahiyle konuşmaktan murâd, ilhamdır. Perde arkasından konuşmaktan murad ise, Hz. Mûsâ (AS)’ın mazhar olduğu gibi, Allah’ın kelâmını işittiği hâlde Zât-ı İlâhî’yi görmemesidir. (Nesefî, c. 4, 163)
“Mâdem bu cismânî âlem-i şehâdette (şu dünya hayâtında), bu kadar ziynetli ve san‘atlı hadsiz masnu‘larıyla (san‘at eserleriyle) kendini tanıttırmak isteyen ve bu kadar tatlı ve süslü ve nihâyetsiz ni‘metleriyle kendini sevdirmek isteyen ve bu kadar mu‘cizeli ve mahâretli hesabsız eserleriyle gizli kemâlâtını bildirmek isteyen ve bu arzuyu, kavilden (sözden) ve tekellümden (konuşmaktan) daha zâhir (görünür) bir tarzda fiilen isteyen ve hâl diliyle bildiren bir Zât, perde-i gayb (gayb perdesi) tarafında bulunduğu bilbedâhe (açıkça) anlaşılıyor. Elbette ve her hâlde, fiilen ve hâlen olduğu gibi, kavlen ve tekellümen dahi konuşur, kendini tanıttırır, sevdirir. (...) Gāyet kuvvetli bir tezâhürâtla (nümûnelerinin görünmesiyle) vahiylerin hakîkati, âlem-i gaybın (gayb âleminin) her tarafında her zamanda hükmediyor. Kâinâtın ve mahlûkātın (yaratılmışların) şehâdetlerinden çok kuvvetli bir şehâdet-i vücud ve tevhîd (Allah’ın varlığına ve birliğine delil olma), Allâmü’l-Guyûb (gaybları bilen Allah)’dan -vahiy ve ilham- hakîkatleriyle geliyor. Kendini ve vücud ve vahdetini (varlığını ve birliğini), yalnız masnu‘larının şehâdetlerine bırakmıyor. Kendisi, kendine lâyık bir kelâm-ı ezelî ile konuşuyor. Her yerde ilim ve kudretiyle hâzır ve nâzır (görücüdür), kelâmı dahi hadsizdir ve kelâmının ma‘nâsı onu bildirdiği gibi, tekellümü dahi, onu sıfâtıyla bildiriyor. Evet, yüz bin peygamberlerin (aleyhimüsselâm) tevâtürleriyle ve ihbârâtlarının (haber vermelerinin) vahy-i İlâhîye mazhariyet noktasında ittifaklarıyla ve nev‘-i beşerden ekseriyet-i mutlakanın tasdikgerdesi (kabûl edilmiş) ve rehberi ve muktedâsı (imamı) ve vahyin semereleri ve vahy-i meşhûd (görünen bir vahiy) olan kütüb-i mukaddese ve suhuf-ı semâviyenin (mukaddes kitaplar ve sayfaların) delâil ve mu‘cizâtlarıyla, hakîkat-i vahyin tahakkuku ve sübûtu bedâhetderecesin(dedir).” (Şuâ‘lar, 7. Şuâ‘, 114)
(**) Burada Kur’ân-ı Hakîm’e “Ruh” ta‘bîr edilmesiyle, cesedlerin ruh ile hayat bulması gibi, kalb ve nefislerin ancak Kur’ân ile canlanacağı ve ebedî hayâta böylece mazhar olunacağı beyân buyurulmaktadır. Ayrıca bununla Cebrâil (AS)’ın kasdolunduğu da bildirilmiştir. “Kitab nedir, îman nedir bilmezdin” ifâdesinden maksad; Resûlullah (ASM) vahiyle kendisine bildirilen hakîkatleri, nübüvvetinden evvel bilmezdi, demektir. (Celâleyn Şerhi, c. 7, 75)
“Ümmî (okur-yazar olmayan) bir adam, bir fennin ulemâsıyla münâkaşaya girişerek, beyne’l-ulemâ (âlimler arasında) ittifaklı olan mes’eleleri tasdik ve ihtilâflı olanları da tashîh ederse (düzeltirse); o adamın bu hârika olan hâli, onun pek çok yüksekliğine ve onun ilminin vehbî (Allah vergisi) olduğuna delâlet etmez mi? (...) Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm’a bak ki; o Zât (ASM) herkesçe müsellem (kabûl edilen) ümmîliğiyle berâber, geçmiş enbiyâ ile kavimlerinin ahvâllerini (hâllerini), görmüş ve müşâhede etmiş gibi Kur’ân’ın lisânıyla söylemiştir. Ve onların ahvâlini, sırlarını beyân ederek âleme neşr ü i‘lân etmiştir (yaymıştır). Bilhassa naklettiği onların kıssaları, bütün zekîlerin nazar-ı dikkatlerini celb eden (çeken) da‘vâ-yı nübüvvetini isbât içindir. (...) Sanki o Zât (ASM), vahy-i İlâhînin ma‘kesi (akis yeri) olan ma‘sum rûhuyla zaman ve mekânı tayyederek (geçerek), o zamanların en derin derelerine girmiş ve en yüksek dağların şâhikalarına (zirvelerine) çıkmış, gördüğü gibi söylemiştir. Binâenaleyh o Zât’ın (ASM) bu hâli onun bir mu‘cizesi olup, nübüvvetine delil olduğu gibi, evvelki enbiyânın (AS) da nübüvvet delilleri ma‘nevî bir delil hükmünde olup, o Zât’ın (ASM) nübüvvetini isbât eder.” (İşârâtü’l-İ‘câz, 158)