bir isme tutunmak. Mücahit Bilici’nin kitabı. İncecik. İstesem hemen bitiririm. Kıyamıyorum. Gençlik yıllarımda son harçlığımla aldığım ekmek arası köftenin dibindeki son köfte gibi. Bitmesin istiyorum. Öyle ince şeyler var ki; sakince tatmak, inceden tartmak istiyorum. Müheyyiç bir zihnin diri bir metinle karşılaşma kayıtları bunlar. Duru. Berrak.
Duruluk ve berraklık… Risale-i Nur’u anlatmak için söylenebilecek ilk iki kelime bence bunlar. Said Nursi’nin Risale-i Nur’u bu toprakların söz bereketidir. Sazın teline vuran kara sevdalar gibi yalındır, yanıktır. Karacaoğlan duruluğudur. Yunus Emre sadeliğidir. Âşık Veysel hercailiğidir. Neşet Ertaş kavrukluğudur. İçimizin gizli seslerinin yüze gelmesidir.
Delici ve delice bir tefekkürün harman yeridir Risale-i Nur. Varlığın yatışmaz kıpırtısını yazının bileğine taşıma denemesidir. Bir medeniyet ufku arıyorsak şayet, medeniyet dilidir; duru olduğu kadar derindir Risale-i Nur. Yeni zamanlar için Müslümanca yaşamanın temelini merak ediyorsak, Anadolu toprağını sarmış bir sahihliktir. Babamız Âdem’in[as] esma dersini hayranlık verici bir derinlikte ve şaşmaz tutarlılıkta izleyen yalın tefekkürün kayıtlarıdır. Kur’ân’a doğrudan muhatap olma ümidini çoğu mealin soğuk ve resmi üslubunda yitiren çaresizler için pürüzsüz bir kumsaldır Risale-i Nur. Tefsir diye yazılan kimi eserlerin tarihsel bakışında kaybolan, detay bilgilerinde boğulan arayışçılar için asude bir göl kıyısıdır.
Mücahit Bilici’nin adı son dönemde, Kürt sorunu vesilesiyle, belli ki beni de az buçuk enfekte etmiş örtülü milliyetçili/ırkçılık dilini teşhis ettiği söyleşilerde geçiyor. Nihai tahlilde bir sosyolog ve akademisyen; görüşlerini tartışmaya açıyor, yanlışlanabilirliğini baştan kabul ediyor. Ehli bilir. Kendi havsalasına sığdıramadığı düşünceyi hemen ötekileştirmeye alışmış tembel kafaların koyduğu yere de mahkûm edilmeyi hak etmez. Mücahit Bilici, her şeye ve herkese rağmen, acı bedeller ödemeyi göze alarak hür düşüncesini ayakta tutan bir fikir işçisi. O işçiliğin tarihini az buçuk biliyorum. Hür düşüncenin sarp yokuşunda ter döküşüne şahidim.
Mücahit’in, tüm siyasi bağlamlar dışında, enfüsî tefekkürünün damıtılmış örneği olarak, Risale-i Nur’la yaşadığı heyecanlı yüzleşmeler benim için altın değerindedir. Ümitlendirdi beni yeniden. Risale-i Nur’un yorumu olarak ortaya konulmuş/konulacak eserler adına ümitlendirdi. İtiraf edeyim ki, şu ağır yükün altında eziliyorum kaç zamandır. Nasıl olur da Risale-i Nur gibi saf tahkik kaynağı bir eserden taassup ve taklit üretilir? Nasıl olur da Risale-i Nur’a sadakat adı altında, lafızperestliğe varan daraltmalar yapılır da, Risale’nin doğurgan metninin yorumları engellenir yahut ayıplanr? Nasıl olur da Kur’ân’ı yüzünden okumayı yüreğinden okumaya eviren bu harika eser, yüzünden okunmakla yetinilen bir ritüele indirgenir? Nasıl olur da Risale-i Nur okuduğunu söyleyen kimi ilahiyatçılar, Nursî’nin çığır açan yöntemini değil de, ilahiyat söyleminin heyecansız kalıplarını tekrar eder? Nasıl olur da Said Nursi’yi okuduğunu söyleyenler, başının en çok dertte olduğu şekilciliği, tekelciliği bir hizmet metodu diye benimseyebilir ve genç zihinlerin fikrine müdahale edebilir?
Sözü uzattım. Diyeceğim şu. Az önce Mücahit Bilici’nin bir isme tutunmak’ta Birinci Söz’e dair yazdığı “küçük bir şerh”te durdum. Bir İnci Söz yazarı olarak hassasım bu başlığa. Müellifin Sözler’in başına koyduğu notta iki metodolojik noktayı işaretliyor Mücahit. Birincisi, “ayetten istifade ile” vurgusu. İkincisi, “kendi nefsine hitap” uyarısı.
Nasıl da kaçmış gözümden… Kanaatimce, Üstad’ın yeni zamanlara hitap edişinin en temel iki özelliği bu. Üzerindeki “âlim” kisvesini bir kenara bırakarak, İşarat’ül İ’caz, Muhakemât, Kızıl İ’caz’ı yazdıran birikimini adeta unutarak, tüm siyasi kazanımlarını ve birikimlerini terk ederek, yeni baştan, sıfır noktasından, yeni şeyler söylemek üzere çıktığı yolculuğun kodlarını veriyor bu iki ifade. Gerçekle saf bir insan heyecanıyla yüzleşmesinin kayıtları olarak okuduğumuz Risale-i Nur, işte bu yüzden klasik ‘tefsir’ çizgisinden ayrı bir yerde duruyor. Risale-i Nur’un satırlarında ne klasik ıstılahî tamlamalar ne ağdalı tasavvufî terimler ne de öteden beri kabul edilmiş dinî jargonlar vardır. (Kader Risalesi gibi çok özel başlıklar için gerektiğinde, ayrıca çerçeveler bunu Üstad: “Ehl-i ilme mahsus, ince bir tetkik-i ilmîdir.”)
Ev ödevimiz şu: “Ayetten istifade’yi “kendi nefsine hitap” olarak okumak. İşte bu, kendini hesaba çekebilir olma, kendi yakasına yapışan soruları avuçlama cesaretidir. İşte bu, ayetlerin ifade ettiği gerçeklikle, vahyin tercüme ettiği varoluşla, bir özne olarak karşılaşma içtenliğidir… İşte bu, Kur’ân’ı sadece tefsir edilen bir nesne (müfesser) olarak değil, muhatabını tefsir eden (müfessir) bir fail olarak görme heyecanıdır. İşte bu, varoluş sancısını sonuna kadar duyabilen bir insanın, hemcinsini düştüğü yerden kaldırmak için hece hece ter dökme şefkatidir. İşte bu, kendi çağındakiler için değil sadece, “baharda gelecekler” için de, çerçevesiz bir bakış sunma, protokolsüz bir kapı açma içtenliğidir. İşte bu, ilmini başkalarına hiza verme yetkisini güçlendirme aracı olarak kullanmama nezaketidir. İşte bu, kendi tereddütlerini, sancılarını, sorularını kınanma korkusu olmadan sofraya koyma delikanlılığıdır.
“Ayetten istifade”sini “kendi nefsine hitap” içtenliğiyle okumaktan daha büyük iyilik var mı?