Birçoğumuz belki farkında değiliz; ama pandemi ile başlayan çevrimiçi sohbetler, eksilmeden devam ediyor. Böylece birçok arkadaşımızla hem tanışmış hem de onlardan istifade etmiş oluyoruz. Elbette bu, göz göze, diz dize yapılanlar kadar samîmî zeminler gibi olmuyor. Yine de bu hassas zamanda, yapılabileceklerin en güzellerinden biri olduğu muhakkak. İşte bu sohbetlerden, uzun zamandır devam eden ve bu fakirin de fırsat buldukça iştirak ettiklerinden biri de değerli hizmet insanı Yahya Deryal Hocamızın moderatörlüğünde süren Fakülte Sohbetleri. Alanında uzman arkadaşların, bir saat kadar sunumundan sonra, katkıda bulunan diğer katılımcıların da iştiraki ile bir o kadar daha devam ediyor. Her cuma günü akşamı 8.30'da hatim duası ile başlayan bu programın, bu aralık ayının ikinci cumasının "Kader" konusu ile konuşması da bu fakirdi. Konuşmacı bizdik ama diğer katkıların sayesinde en çok, bu fakir istifade etmiş oldu. Bu uzun "Kader Sohbetini" facebook sayfamızda yayımladık, isteyen bakabilir. Programda üzerinde durup dikkat çekmek istediğimiz birkaç önemli hususu, bu yazı vesilesiyle sizinle de paylaşmak istedik.
Öncelikle kader kelimesinin anlamı "plan, program, takdir" olduğuna göre, hayatımızın her safhası, kaderin birer işareti olmuyor mu? Yani bu yazının yazılmasından tut, hepimizin tüm yönelim ve tasarruflarımız da bir plan, program ve takdirin sonucu. Peki, en basit bir elbiseden tut ayakkabıya; eldivenden tut merdivene kadar intizamlı, ölçülü ve hikmetli eşya, bir plan ve programı, neticede bu planı, takdiri yapan bir Âlimi, bir bileni göstermez mi? Gösterir elbette. İşte bütün fen bilimlerinin de şehadeti ile bizzat tasdik ve müşahade ettiğimiz fakat müdahale de edemediğimiz, başta kendi vücudumuz olmak üzere bütün kâinatta hükmeden bu intizamlı ve planlı işleyiş, bir plan, takdir, ilim ve hikmetten geliyor. Kader Risalesi'nin bana göre, ince bir sırdan dolayı sonunda yer alan "Mukaddimede" bu duruma "Her şeyin miktar-ı muntazaması (düzgün şekli ve yapılışı) kaderi vâzıhan (açıkça) gösterir... Hangi zîhayata (canlıya) bakılırsa, görünüyor ki gayet hikmetli ve sanatlı bir kalıptan çıkmış gibi bir miktar, bir şekil var ki o miktarı, o sureti, o şekli almak... ya maddî bir kalıp bulunmalı veyahut kaderden gelen mevzun, ilmî bir kalıb-ı mânevî ile Kudret-i Ezeliye o sureti, o şekli biçip giydiriyor." cümleleri ile işaret ve ispat ediliyor.
Kâinat, en küçükten en büyüğe her an bir kalıptan bir kalıba dökülüyor. İşte burada maddî bir kalıp olmadığına, olamayacağına göre, bir "kalıb-ı mânevî" vardır. İşte bu da kaderdir. Fakat buna biz "ızdırarî kader" diyoruz. Yani Cenab-ı Allah'ın bir başkasına muhtaç olmadan, sormadan bizzat kendi ilmî ve iradesiyle eşyayı takdir ve tertip etmesi ve Levh-i Mahfuzda kader defterine yazmasıdır. İşte bu takdir ve kaderin her şeyi güzeldir ve bu kaderde bilmediğimiz esrar ve keyfiyetler saklıdır. Milliyetimizden tut, anne babamıza, memleketimizden tut, kâinatın şekline her şeyi içine alan ve mesul de olmadığımız bu kaderin Allah'ın bir sırrı olduğu, hadîsle bildirilmiş ve hakkında tenkitvâri konuşmaktan insanlar men edilmiştir. Niçin men edilmiştir? Çünkü bizim aklımızın bu kaderi anlamaya, çözmeye ve sırlarına vakıf olmaya tâkâti yetmez.
İşte Ziya Paşa'nın:
"İdrâk-i ma'âlî bu küçük akla gerekmez,
Zira bu terazi bu kadar sıkleti çekmez." dediği husus da budur.
Bu kaderin çirkin görünen, şer telakki edilen yönlerinin, bunları yaratmaya bakmadığını, binlerle güzelliği netice verecek o yaratmanın şer ve çirkin olmadığını, çirkin, şer görünen cihetinin fiilin yaratılışına değil; o fiilin vasfına, sıfatlarına baktığını ve bunların da kulla yani o fiili işleyen insanla ilgili olduğunu bilmeliyiz. Bilmeliyiz ki birtakım haksız şikayetlerle Allah'a itirazlarda bulunmayalım. Bunu özet olarak: "Halk-ı şer,( şerri yaratmak) şer değil; kesb-i şer, (şerri işlemek)şerdir." cümlesi veriyor. Yani şerri, çirkini yaratmak, şer, kötü değil. Binlerce güzelliği, hayrı netice vermesi için yaratılan bir şeyi, şerde , kötüde kullanmak şerdir, kötüdür. Bu yönüyle ateş, gübre, şeytan, yağmur gibi neticede bize hizmet etmek için yaratılan şeyleri biz, kendimize düşman edip şerde, kötüde kullandıysak; orada şer ciheti onların yaratılmasına değil, bizim onları kötüde kullanmamıza bakar. Yani fiilin aslını yaratan, elbette Allah'tır. Ama fiilin sıfatına, iyi veye kötü oluşuna biz karar verdiğimiz için, sorumlu da biziz. Cenab-ı Allah'ın ezelde bu fiilleri işleyeceğimizi bilip takdir etmesi, bizi mesuliyetten kurtarmaz. Kaderdeki tespit, o fiilin işleneceğinin Allah tarafından önceden bilinmesidir, yoksa belirlenmesi değildir. Öyle olacağı için, öyle takdir edilmiştir. Başka türlü olsaydı, bu sefer de başka türlü olacağı şekilde onu bilecekti, takdir edecekti. Biz dua ve ibadet edersek, Allah ezelî ilmiyle bizi âbid bilir, isyan edersek de isyankâr bilir. Yani kaderimizi biz değiştirmiş oluruz. Fakat Allah'ın bilmesi, yani kader değişmez. Çünkü Allah, o fiili bizim bilmemiz gibi, fiil olduktan sonra bilip görmüyor. O'nun için önce, sonra yani zaman kaydı olmadığından, senin yaptığın ve yapacağın fiilleri ezelden beri biliyor ve görüyor. Görüp bildiği için, kader defterine yazmış ve takdir etmiş. O takdir edip yazdığı için biz bu şeyleri yapmıyoruz. İşte bu kadere biz "ihtiyarî kader"', yani bizim irademize, yönelmemize bağlı kader diyoruz. Bu kaderi sorup öğrenmemiz, doğru bilgiye ulaşmak için incelememiz, yasak değildir."Efal-i ibad(kulların fiilleri)dediğimiz bu hususta, çeşitli görüşler ortaya atılmış, eksik bilgi ya da ihatasızlıktan dolayı hak olmayan yollar ortaya çıkmıştır.
Allah'ı güya tenzih etmek için "Kul, kendi fiilinin yaratıcısıdır." diyen mutezilî görüş, kötülük vasfının kula ait olduğunu anlamamış. "Kul, kaderin önünde bir yaprak gibidir." diyen cebriye ise, sadece bir yönelmeden ibaret ve mevcud bir vücudu da olmayan cüzi iradeyi, insandan alıp Allah'a vermiş. Neticede bütün peygamber ve kitaplar onlara göre boşuna gelmiş. Tebliğler de anlamsız birer çağrıya dönmüş oluyor. İnsanın yaptıklarında "medar-ı sevap ve ikap" yani sevap aldı, günah kazandı diyebilmemize sebep olacak insana ait bir yönelmenin olması, Allah'ın adalet ve hikmeti gereği de değil midir? Hem vicdanen de hâl olarak da bir yönelmenin, yani fiil seçiminde şahane hürriyetimizin olduğunu biliyor ve görmüyor muyuz? İşte bir fiile olan bu yönelmemiz, bir âdi şarttır. İnsanın iradesi, o fiili yaratmaya, onun vücuda gelmesine yetmez. Kul ister, Allah da yaratır. Biz ancak ne yapacağımıza yani fiilin sıfatına, niteliğine karar veririz. Allah da biz istediğimiz için, onu yaratır. Yapan biziz, yapacağımızı bilen Rabbimizdir. Elbette ki yapan mesuldür, bilen değil. O'nun ilimi malûma, bizim yapacağımıza tâbidir. Biz ne yapmış, yapıyor ve yapacaksak, Allah onu bilmiş ve takdir etmiştir.
Ebedî bir saadeti netice veren ve ruhun cenneti de olan hidayeti, kulun yönelmesinden sonra yaratıp kulun kalbine nasip eden de Rabbimizdir. Basit bir fiili Allah'a verip hidayeti nefsimize nispet edebilir miyiz? Allah, kul istediği için, küfrü de yaratır, ama ona rızası yoktur.
Kaderimizde "Bununla evlenin." diye de yazılmamıştır. "Bununla evlenecek." diye yazılmıştır. "Evlenin." yazılsaydı, evlilikle ilgili tavsiyelerin de bir anlamı olur muydu?
Hem "ızdırârî" hem "ihtiyârî" kaderi özetleyen "Dünyaya gelmemiz, elimizde değil; (ızdırârî, mecburî) ama cennete gitmek bize ait, (ihtiyârî, bize bağlı) elimizdedir." cümlesi, kaderi iki yönüyle özetliyor.
Allah'ın merhametinden ve adaletinden daha fazla merhametli ve adaletli ve olamayacağımızı göre, uzak ülkelerde doğan ve İslamdan uzakta kalan insanların durumunu da İsra Suresinin 15. Âyeti ile Mektubat'ta Üstad cevaplıyor.
Evet dostlar, geçmişimiz kaderimizdir; geleceğimiz tercihimizdir, seçimlerimizdir. Özgür irademiz ise, Yaratıcının iradesidir. Yani Rabbimiz bizi özgür iradeli yaratmıştır. Kaderin terazi ise, hiçbir kıpırtıyı kaçırmaz. Çünkü kader, tüm değişimlerin yazıldığı aynadır. İşte o aynayı kirletmemek bizim elimizde.
Selam ve dua ile.