Bir kitabın ya da bizim hikayemiz

Habibi Nacar YILMAZ

Bir Sultan varmış. O sultan âlimmiş, kâmilmiş. Hikmet ehliymiş. Çok büyük bir sarayı varmış. Günlerden bir gün o sultan bir kitap telif etmiş. Kitabını ciltlemiş,saray kütüphanesinin rafları arasına koymuş. Ve ona sıkı sıkı tembih etmiş:

"Senin mekânın burası. Ben Bu mekânı sana tahsis ettim. Bundan sonra sen hep bu makamda oturacaksın. Önce kendini okuyacaksın. Sonra âlemi buradan temaşa edeceksin. Etrafındaki diğer kitaplardan da istifadeye çalışacaksın. Kendini sürekli geliştirecek, 'kitab-ı kâmil' olacaksın. Bildiklerin, dinledikleri ile âmel edecek, her geçen gün kendini ilim ve marifet ile istikamet ve güzel amellerle tezyin edeceksin." demiş.

Kitap da sultana söz vermiş:

"Tamam bu akdi unutmayacak görev ve sorumluluğumu yerine getireceğim." demiş. Demesine demiş ama kitap nefis taşıyormuş. Bir gün beş gün sabretmiş, ama nihayet bir gün nefsinin ve şeytanın fısıltılarına kulak vermiş.Nefsi ve şeytanı: "Kalk ne böyle miskin miskin oturuyorsun? Senin de gezmeye, tozmaya, lezzet almaya hakkı yok mu?" demiş. Sonra eklemiş: "Zaman değişmiş,asır başkalaşmış, herkes dünyaya dalmış, hayata pereştir eder."

Nefsinin ve şeytanın desiselerine aldanan kitap, hemen raftan atlamış, etrafı bir kolaçan etmiş. Mutfağın kapısı açıkmış.Ne var ne yok diye mutfaktan içeri dalmış. Saray mutfağında büyüklü küçüklü kitaplar, kazanlar, kepçeler varmış. Büyük bir kazan dikkatini çekmiş. Tırmanmış, kazanının üstüne çıkmaya çalışmış. Ha bire gayret göstermiş, en sonunda işi başarmış. Kazanın içinin su ile dolu olduğunu görmüş. İyice yaklaşayım, suyun tadına bir bakayım, demiş. Bir iki adım atmış. Deveyi yardan uçuran bir tutam ottur, demişler ya, o da iştahla suya yaklaşmış. Sudan birkaç yudum içmiş. Oh be, dünya varmış, biraz kendime geleyim, demiş. İyice kazanın içine doğru yönelmek isterken, ayakları kaymış. Kazandaki suyun içine yuvarlanmış. Yüzme bilmiyormuş. İmdat diye bağırmaya başlamış. Bir iki saat suyun içinde dalmış, çıkmış. Nefesi gittikçe tükeniyormuş. Sesi kısılmış, el ve ayakları takatsız kalmış. İmdat sesleri artık bir iniltiye dönüşmüş. O sırada nöbetçilerden birisi, büyük kazanın yanından geçerken, bu iniltileri duymuş. Kazana yaklaşmış, hemen elini daldırmış, kitabı tutmuş, çıkarmış. Zavallı kitap, çok su yutmuş. Kitabı alıp sultanın huzuruna çıkarmışlar. Sultan sormuş:

"Niçin emre itaat etmedin, haddini aştın?" 

Kitap: 

"Hata ettim, nefsime uydum. Ama beni affedersen, söz veriyorum, bu suçu bir daha işlemeyeceğim." demiş. Şefkatli ve merhametli sultan:
 
"Madem suçunu itiraf ettin. Ben de seni affettim." demiş. Kütüphane memurları kitabı alıp götürmüşler.İçi su ile şişen kitabı kurutmuşlar. Ama kitabın şirâzesi bozulmuş. Kitap o eski zerâfet ve güzelliğinden pek çok şey kaybetmiş.

Aradan birkaç ay geçmiş. Bir gün kitabın nefsi, tekrar kımıldanmaya başlamış.

"Ne miskin miskin oturuyorsun? Kalk, çık, kabuğunu kır...Şöyle etraf-ı âlemi bir temaşa et. Biraz işret et. Şu güzel kız suretlerine bak. Şu şarkıları dinle.Zevk al, dünyadan." demiş. İçinden bir ses ona: "Uyma nefsine, gidersin tersine."diye seslenmiş. Ama kitap, bu ikâzı görmezlikten gelmiş. Gözlerini yummuş, kulaklığını kapatmış. Şeytan hemen onun yanına yaklaşmış: Bir suç işlemekle kıyamet kopmaz." demiş. İçindeki o ses: "Günahlar, bataklığı benzer, daldıkça dalarsın, sonra geriye dönüşün zorlaşır, uyma bu iblise." demiş. 

Kitap, şeytana aldanmış, nefsine uymuş. Mutfağa dalmış, bu sefer de büyük bir kazan görmüş. Kazanda sıcak çorba varmış. "İyice yaklaşayım, tadına bakayım." demiş, tekrar ayağı kaymış, 'güm' diye yuvarlamış çorbanın içine düşmüş. Üstü başı, yüzü gözü çorba olmuş. Tekrar yakalamışlar, Sultanın huzuna çıkarmışlar. 

"Senin bahtına düştüm, sultanım! Nefsime uydum,şeytana kandım.Tövbe... Bir daha yapmayacağım." diye yalvarmaya başlamış. 

O şefkatli şultan bu sefer de onu affetmiş.Almıslar,  götürmüşler, yıkayıp temizlemisler ama kitabın bazı sayfalarında bazı yazılar silinmiş. Artık kitap ilk tatlılığını, saffet ve zarafetini kaybetmiş.Sanki günahkârlığı ve mücrimliği, yüzünden okunuyor gibiymiş. Yüzünün nuru azalmış, beyaz cildi pörsümüş.

Bir müddet sonra, kitap tekrar raftan çıkmış.mutfağa girmiş,gaflet sarhoşluğu, dalâlet divaneliği içinde yiyip içmeye başlamış. İçilmesi yasak olan ickilerden icmis. Bagırmış, çağırmış ,etrafını rahatsız etmiş .Daha sonra sarayın dışına çıkmış . Bir lağım çukurunun yanına gelmiş. Lağımın kapağını kaldırmış, ayağı kaymış. Lağım çukuruna yuvarlamış. Saray muhafızları, kitabı kütüphanede göremeyince, aramaya başlamışlar. Kitaplara yakışan temiz menziller, güzel mekânlar, sâkin meclislermiş. Kitabı sarayın güzel, temiz mekânlarında aramışlar, bulamamışlar. İlim meclislerine sormuşlar. Sohbet menzillerini gezmişler, hiçbir yerde onun izine tozuna rastlamamışlar. Sonra bahçeleri, bağları aramışlar.

Muhafızlardan birisi: "Aradık, hiçbir yerde bulamadık, sadece lağım çukurları ve lağım kanalları kaldı." demiş. Lağım çukuruna gitmişler, onu orada pislikler içinde yakalamışlar. Çekip lağım çukurundan çıkartmışlar. Pislikler vücudunu istila etmiş, her tarafından ağır dehşetli kokular geliyormuş  Temmuz güneşinde kokmuş bir hayvan leşi gibiymiş. Kimse yanına yaklaşamıyormuş. Ebu Leheb'in ölmüş cesedi gibi, vücudundan dehşeti kokular geliyormuş. Artık kitab özelliğini kaybetmiş, her tarafını dağıtmış, paramparça etmiş. 
Durumu sultana bildirmişler:

"Sultanım, bu kitaptan çok ağır pis kokular geliyor, kütüphaneye götürsek bütün kitapları kokutur. Her tarafı pisletir. Kütüphanenin sükunetini bozar. Bütün saray elini rahatsız eder. Hem de üzerindeki ve derûnundaki bütün kelimeler, cümleler, nakışlar tüm yazılar tamamen silinmiş, gitmiş. Artık bu kitabın hayra kabiliyeti kalmamış. Aklını uyuşturmuş, kalbini kör etmiş, basiretini kaybetmiş, tamamen tefessüh etmiş, mahiyetini çürütmüş, hakikatına ihanet etmiş, necaset içinde boğulmuş gitmiş. Bu kitap hakkında ne emredersiniz, ne yapalım?" demişler. Kitabın bu dehşetli ihaneti, hikmet-i fıtratına muhalif hareketi, bu kör ve şuursuz âmelleri, habis fiilleri, hikmetli sultanın azâmet ve kibriyasına dokunmuş, izzet celâlini rencide etmiş.

Emir buyurmuş:

"Atın bunu ateşe...! Bu pisliği ancak ateş temizler!"

Muhafızlar bu olaydan ders almışlar:

"Bizim sultanımız kimseye zulmetmez.abes iş yapmaz. Herkese müstahakını verir." demişler. Sultanın hikmet ve adâletini takdir etmişler. O'nu medih ve sena etmişler.

Evet dostlar, aşk, muhabbet ve hizmet insanı Şener Dilek'in "Niye Ben" kitabından kısmen aldığım bu yazıyı okuyunca,her gün dalıp çıka bildiğimiz günah deryasının bizi ne hale getirebileceğini daha iyi anlamış oluyoruz. Günahlara karşı, her an teyakkuzumuzu koruyabiliyor muyuz acaba?

Selam ve dua ile.

İlk yorum yazan siz olun
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.