Nurettin Huyut’un Yüksel Toker’le yaptığı röportaj-1
Yüksel Toker, bir aksiyon adamı…
70 yıllık hayatı devlete ve millete hizmetle geçmiş
Önce komünist olmuş ama daha sonra Risale-i Nurları tanıyınca hızla Nurcu olmuş
Solcu olduğu dönemlerde sendika kurmuş İşçi Partisinin Tokat Şubesini açmış, iş kanununun kabul edilmesinde emeği geçmiş Mahir Çayan’la birlikte çalışmış.
Nurculuğa dönüşü Türkiye’de hadise olmuş
“Bir komünist Nurcu oldu” diye her yerde konuşulur olmuş
Bu defa aynı hızla Risale-i Nurlara hizmet etmiş,
Önce evini hizmete tahsis etmiş
Eşiyle çocuklarıyla hizmete koşmuş. 1980 de ihtilal olunca Yeni Asya da çalışmak için davet edilmiş ve 10 yıl İstanbul’da neşriyat hizmetlerinde bulunmuş
70 yaşına rağmen hala hizmetle iç içe bir dava ve aksiyon adamı.
Kendinizi kısaca tanıtabilir misiniz?
1938 de Sivas’a bağlı Suşehri’nde doğdum. Annem öğretmen, babam memurdur. Orada evlenmişler. Ama aslen Tokatlıyız. Babamın memuriyeti dolayısıyla İlkokulu Balıkesir’de bitirdim, ortaokulu Bingöl’de okudum. Babam o sıralar biraz partici, bugünkü tabirle siyasetçi olduğu için birileri ile kavga eder, ya valiyle veya başka bir bürokratla takışır. O nedenle onu daima sürerlerdi. Biz de peşinde dolaşırdık. Bu yüzden liseyi de Denizli de okudum. Ondan sonra teknik ressam olarak DSİ’ye girdim. 1970’li yıllarda da Risale-i Nurları tanıma nasip oldu. 1960 yılında evlendim 3 çocuğum oldu.
Risale-i Nurla tanışma maceranız nasıl gerçekleşti?
65 kuşağı dedikleri, her genç gibi biz de memleketimizin gidişatına karşı çıkanlardandık, gidişatı beğenmiyorduk. Biraz entelektüel, okumuş, aydın kişiler olarak aktiftik o dönemlerde, sendikacılığa önem veriyordum, üzerinde çalıştım, hatta sendikayı orada biz kurduk. Zaten “İş Kanunu” 1965’te bizim kucağımızda doğdu o konuda da aktif çalıştım. Ondan önce sigortamız falan yoktu. İşçi haklarını o kanunla almış olduk. O günlerde yani, 65’li yıllarda aydın olmak, solcu olmak anlamına geliyordu. Solculuk o dönemde demokratik hakların, hürriyetlerin ve insan haklarının savunucusu şeklinde tanındığı için solcu olmak moda olmuştu. Biz de aydın geçinenlerden (gülüşmeler) olduğumuzdan haliyle o kervana katıldık, bu dönemde biraz da “komünistlik” yapmadık desek yalan olur. (gülüyor)
İnanarak değil moda diye girmiştiniz, yani sele kapılanlardandınız desek daha doğru olur mu?
İnanmış olarak değil tabii. Üstadın dediği gibi inkar etmek o kadar kolay değil. Bu tam hızlı zamanlarımızdı İşçi Partisi’nin kurulması var, Deniz Gezmiş hadiseleri var, o tip anarşik hadiseler Tokat civarında bizim de kıyısından, köşesinden bulaşma durumumuz var tabii. O nedenle komünist olarak tanınıyoruz.
Deniz Gezmiş’le irtibatınız var mıydı?
Deniz Gezmiş’le değil de Mahir Çayan ile münasebetim oldu. O Tokat’a gelir giderdi. Hatta Kovalık diye bir köy vardı, orada arazilere el koymuştuk, sosyalist düzenin ilk aşaması olan toprak reformunu orada gayri resmi gerçekleştirmiştik. Uygulama alanları da oluşturmuştuk. Komünizmin denemesini yapıyorduk. Kolhoz kuruyorduk. O zaman kurduğumuz İşçi Partisi ile 15 mebus sokmuştuk meclise ben de adaylar arasındaydım ama 250 oyla kaybettim.
Böyle bir hareket içindeyken, diğer bir ifade ile Üstad Hazretlerine ve Risale-i Nur’a son derece karşı idik, Neda Armaner’in kitaplarının, Yusuf Bahri’nin kitaplarının etkisinde kalan insanlardandık. Nurculuğu bir tehdit olarak algılıyorduk. Halbuki o günlerde Türkiye dindarlaşıyormuş biz farkında değilmişiz.
Biz zannettik ki, Humeyni tarzında veya siyasi İslam tarzında bir akımdır. Biz öyle algılıyorduk. Adeta öcü olarak görüyorduk veya bize öyle gösteriliyordu. İşte, “gelecekler Türkiye’yi ele geçirecekler, şeriat gelecek bizi mahvedecek şeklinde” beynimiz yıkanıyordu. Bizi kaybetmemek için bu fikirleri hep canlı tutuyorlardı. “Bir tehlike gelecek dikkatli olun bu tehlike sağdan gelecek” diyerek bizi hep tetikte tutmaya çalışıyorlardı. Bazen Üstadı hedef gösteriyorlardı, bazen nurculuğu hedef gösteriyorlardı, bir şekilde bizi karşı cephede tutuyorlardı.
Bu kadar yoğun propaganda karşısında etkilenmemek mümkün değildi. Çünkü yayın organları, kitaplar, gazeteler hep bu konuları işliyordu. Sağda da zaten tersini anlatan, müspet şeyleri gösteren bir eser veya yayın yoktu. Şimdi belki tam anlayamıyoruz ama o dönemde Üstad Hazretlerinin yaptığı hizmet o kadar büyük ki. Düşünün elle 600 bin nüsha çoğaltılmış. Bu ne demektir? Elle 600 bin nüsha yazmak ne demektir? Dile kolay o günün şartlarında hem de bugün bile bu tiraja ulaşılamıyor. Zaten daha sonra bunun ne demek olduğunu anladık, ne büyük hizmetmiş bildik. İçine girince anladık, hem şartlar ağır hem de herkes adeta karşı idi.
Risale-i Nur’ları o sıralarda mı tanıdınız?
Evet. Bu hareketli dönemler 70 senesiydi, 69 da olabilir. Ankara’ya gelmiştik ben kendimden gayet emin bir şekilde Risale-i Nurları tanıyan abim Ali Toker’e dedim ki, “sen şu ağalarına beni bir götür bakayım, seni kandırıyorlar ya bir de beni kandırsınlar bakayım.” Ben öyle inanıyorum abimi kandırmışlar diye düşünüyorum. “Sizin en büyüğünüz kimse beni ona götür hele bir de beni kandırsın bakalım.” Ben kendimden gayet eminim beni kandıramayacaklarını düşünüyorum. (gülüşmeler)
“Olur” dedi ve Hekimoğlu İsmail’e götürdü. O zaman Yiba Çarşısı vardı orada bazı çalışmaları vardı. İngilizce kitap ve mecmua topluyorlardı. Onlardan tercümeler yapıyorlardı. O zaman henüz işinden ayrılmamıştı vazifedeydi, resmi vazife, abimin Aydınlıkevler’de bir evi vardı. Mesai sonrası bir araya geliyorlardı kitap tercüme ediyorlardı, lisan bildikleri için, Amerika’ya filan gitmişler. Hulasa oraya gittik ve tanıştıktan sonra 15 dakika sürmedi benim direncim, bildiklerimizin hepsi bitti. Hekimoğlu İsmail bizi pilav gibi yığdı oraya.
Attığınız tüm havalar 15 dakika mı dayandı?
Evet, 15 dakika dayandı (gülüşmeler). Daha sonra Bayram abiye götürdüler. Ulus’taki 27 numaraya götürürken de bana tembihlediler “o abi mübarek bir insandır fazla yüklenme” diye. Belli etmiyordum ama zaten benim söyleyecek takatim kalmamıştı, bitmiştim. Tamamen teslim olmasam da bu işin içinde büyük bir yanlışın olduğunu, hatalı olduğumu anlamıştım. Araştırmadan, tahkik etmeden verilen bir hüküm vardı. Peşin kanaatten oluşan bir yanlışın içindeydim. Bunu anlamıştım, yani, dinlediğim fikirlerin incelemeye değer konular olduğunu fark etmiştim.
Bayram abinin yanına gittiğimizde bana Tokat’ta bulunan Abdullah abiden bahsetti. Sondaj şubesinde çalışıyordu, sık sık bizim bölüme de gelir Nurcu diye tanıyoruz. Ama birbirimizle kanlı bıçaklıyız, neredeyse öldürecek derecede kinle bakıyoruz birbirimize. O bana “komünist” diye saldırıyor ben ona “nurcu” diye saldırıyorum.
Böyle bir durum söz konusu iken Bayram abi bana dedi ki, “Abdullah’a selam söyle” Yani, 27’ye gittik tanıştık ders yaptı dinledik, çay ikram ettiler içtik ben hiç konuşmadım, tam çıkarken bana “Abdullah’a selam söyle” dedi. Çıktıktan sonra düşündüm “Abdullah kim” diye bu Abdullah aklıma geldi Abdullah Tüfekçi.
Tokat’a döndüm Abdullah Tüfekçi bizim mahallede Selahattin Uzer vardı ona gelip gidiyordu. Ben mesai günü evden çıktım işe gidiyorum o da nerden geliyorsa tam hükümet (valilik) binasının önünde karşılaştık. Ben ona bakıyorum o bana. Bir ara baktım eli cebine girdi çıktı sanırım bıçak çıkarmıştı elinde tutuyordu. Sabahın erken saati (gülüşmeler) yanımdan geçerken saplayacak, ben de her zamanki gibi hiç korkmadan üstüne üstüne gidiyorum. Tam yanından geçerken elini kaldırdı, ben o anda hemen “Bayram abinin selamı var” dedim o öylece kala kaldı eli havada ben devam ettim yolun sonuna kadar döndüm baktım hala öyle donmuş bir vaziyette duruyor. Katiyen böyle bir şey beklemiyor tabii. Her neyse daireye ulaşınca sanki hiçbir şey yokmuş gibi aramızdan hiç düşmanlık geçmemiş kırk senelik can ciğer dostmuşuz gibi sarıldık birbirimize.
Ben ondan sonra Risale-i Nurları okumaya başladım. Çok güzel buluyordum ama beni fazla acıtıyordu. Kızıyordum. Gençlik Rehberini okuyordum biraz okuyunca kaldırıp atıyordum, duvara fırlatıyordum, bu ne yav diyordum, bu neler saçmalıyor falan diyordum. Fakat duramıyordum tekrar gidip alıp okumaya devam ediyordum. Böyle böyle benim inadım kırıldı ama bu konuda ağabeyler çok yardımcı oldular. Her gelişlerinden mutlaka bana uğrarlardı beni evimde irşad ettiler. O gün Kırkıncı hocadan tut, Bayram abi, Sungur abi… bütün ağabeyler Tokat’a geldiklerinde benimle meşgul olurlardı, ziyaretime gelirlerdi. Biz birazda torpilli yetiştik diyebilirim.
O günün nurcularındaki şefkati gösteriyor. Bir kişi de olsa evine kadar gidiyorlar şefkatle ıslahına çalışıyorlardı. Bıkmadan usanmadan…
Evet, doğru.. Daha sonra ben evimi dershane haline dönüştürdüm. O zaman dershane açabilmek çok önemli, kimse evini vermez, şartlar ağır, veren kişiyi takip ederler bir sürü sıkıntıydı. Bizim evde uzun zaman Risale-i Nur hizmetleri yürütüldü. Gelen talebeler veya öğretmenler bizim evde kalırlardı. Daha sonra hizmet inkişaf etti. Yeni Asya bürosu açıldı, cemaat genişledi hatta öyle güzel şeyler oldu ki, Türkiye’de her yerde oranın hizmetleri anlatılır oldu. O zaman dershane açmak önemliydi. Yani, kısacası hizmetin mühim merkezlerinden biri haline geldi.
Benim Komünistlikten Nurculuğa dönüşüm büyük yankı yaptı o zaman. Önemli hizmete vesile oldu. Hatta Tüm Türkiye’de duyuldu benim nurcu olmam. İşte, “bir komünist nurcu oldu” diye her tarafa yayıldı.
Daha sonra nerde bir komünist ilzam edilecekse beni götürüyorlardı. Tabi ben onların açık kapılarını iyi biliyordum. Çok güzel hizmetlere vesile oldu. Çok sıkıntı çekmedim ama iki yıl kimse benden konuşmadı. Sağcılar şüphe ile bakıyordu. Solcular zaten ayrıldım diye küstüler. Ben öyle Ali Paşa camiine giderdim tek başıma kimse yanıma gelmezdi.
(Devam edecek)