Zaman içinde zaman…
Zamanın en nurlu zamanı.. Kâinatın gözünün en aydın zamanı.. yetimlerin, masum kız çocuklarının nefes aldığı, sonsuz bir huzur ummanına daldığı bir zaman.. yaradılış ağacının çekirdeğinin, meyve olup kâinata sunulduğu zaman..
Zaman bayram yapıyor, yalnız Arap yarım adası, yalnız Mekke değil bütün mekânlar, bütün yeryüzü bayram yapıyor.. hatta semavat âlemi de, sema ehli de bayram yapıyor.. kutlu bir doğum yaşanıyor, kâinatın kalbi Kâbe’nin yanında, Kâbe de bayram yapıyor. Ebedî bayramların yaşanmasına vasıta; arzın-arşın, seyyaratın-semavatın, on sekiz bin âlemin, bütün mükevvanatın, umum kâinatın ve dahi cennetin yaradılışına vesile bir kutlunun doğumudur yaşanan…
Peygamberler silsilesinin maddeten sonuncu, manen en evveli olan varlık hamurunun mayası, en evvel yaratılan nur; âlem sahnesine iniyor, kâinat, fahrine eriyor, bir şeref, bir mutluluk ki; tarifi imkânsız.. bir kutlu doğumdur yaşanan..
Renkler artık solmayacak, geceler bile gündüz olacak, baharlara hazanın eli uzanamayacak, kız çocuklarını yutan çukurlar açılmayacak, çöle yağan rahmet yağmuru çamurları elmas yapacak “pek çok hamdü-sena edilmiş kimse” nin doğumudur yaşanan…
Sene 571… Nisan ayının 20’nci günü… Pazartesi sabaha karşı… Kamerî Rebiülevvel ayının 12’nci günü… Mekke ufukları ağarırken, henüz güneş doğmadan, güneşler güneşi Hazreti Muhammed Efdalüssalâtü ve Ekmelüsselâm’ın doğumudur yaşanan…
Amine Annemiz anlatıyor:
“Gebeliğimin altıncı ayı geçmişti. Bir rüya gördüm. Esrarlı bir kimse yanıma gelip, dedi: “Yâ Amine! Sen âlemlerin hayrına gebesin! Doğurunca ismini “Muhammed” koy ve hâlini hiç kimseye açma!” Derken, doğum zamanı geldi. Abdülmuttalib Kâbe’yi tavafa gitmişti. Ben evde yalnızdım. Birden kulağıma müthiş bir sadâ çarptı. Anlatılmaz bir sesleniş… Korkudan kalakaldım. O anda bir ak kuş peydahlanıp kanadıyla arkamı sığadı. İçimde korku diye bir şey kalmadı. Yanıma bir göz attım. Beyaz bir kâse içinde bir şerbet uzattılar, alıp içtim. Şerbeti içer içmez bir ışık çağlayanı içine düştüm. İşte o an… Baktım, Abd-i Menaf kızlarına benzer kadınlar etrafımda dolanıyor. Her biri hurma ağacı boylu hurî güzeli… Hayretler içinde kaldım. “Yârab, bunlar da kim?” diye Allah’a yalvardım.”
Doğum anında hazır bulunan Abdurrahman b. Avf’in annesi Şifa Hatun anlatıyor:
“Allah’ın Resûlü’nü (a.s.m.), dünyaya geldiği zaman ben aldım. Ellerimin üstüne düştü. Kulağıma bir âvâze geldi: “Allah’ın rahmeti sana olsun!...” Baktım ki, doğudan batıya her yer nur kaplı… Hatta Rum illerinin saraylarını gördüm. Bu halden silkinip Allah’ın Resûlü’nü (a.s.m.) emzirdim ve yatırdım. Yine acayip bir hale düştüm. Titremeğe başladım. Gözüm karardı. Yavrucağı göremez oldum. Bir konuşma oldu: “Nereye gitti?” “Doğuya götürdüler!...” Bu konuşma kalbimden hiç silinmedi ve hep içimde çınladı. O güne kadar ki, Ona peygamberlik geldiği zaman, iman edenlerin arasına hemen katılıverdim.”
Yine Amine Annemiz anlatıyor:
“Tam doğum zamanı gördüm ki, bir bayrak doğuda, bir bayrak batıda, bir bayrak da Kâbe’de… Doğurdum… Çocuğu secdede görmeyeyim mi? Şehadet parmağı göğe doğru… O anda yavru, bembeyaz bir bulut içinde kayboldu. Bir ses çınladı: “Doğuyu ve batıyı dolaştırın, deryaları gezdirin… Ta ki, Allah’ın Resûlü’nü (a.s.m.) ismiyle, sıfatiyle ve suretiyle bilsinler.”
Hassan b. Sabit anlatıyor:
“Ben sekiz yaşında var, yoktum. Medine’de sabah vakti… Sokakta deli gibi koşan bir Yahudi gördüm. Yahudi koşarken çığlığı basıyordu: “Hey, Yahudiler toplanın!...” Yahudiler üşüştü. Sordular: “Ne var, ne diye haykırıyorsun?...” Yahudi’nin gözleri fal taşı gibi açılmış soluk soluğa cevap verdi: “Ahmed’in yıldızı bu gece doğdu, Ahmed bu gece dünyaya geldi!...”
Hazreti Aişe Validemiz haber veriyor:
“Mekke Yahudilerinden biri, Allah’ın Resûlü’nün (a.s.m.) doğdukları gecenin sabahı, Kureyş büyüklerinin bulunduğu yere geldi ve sordu: “Bu gece aranızdan birinin bir erkek çocuğu dünyaya geldi mi?...” Dediler: “Haberimiz yok!...” Dedi: “Hemen gidin ve soruşturun! Bu gece doğan bir oğlancık var… Sırtında alâmeti olacak…” Soruşturdular ve o gece Abdullah’ın bir oğlu olduğunu haber aldılar. Sırtında da nişan… Çocuğu yüzükoyun çevirdiler. Yahudi’ye gösterdiler. Yahudi, peygamberlik nişanını görünce, elleri bir şeyi sıkmak, boğmak ister gibi ileriye uzandı ve gözlerine sanki perde indi. Haykırdı “Eyvah!... Peygamberlik artık İsrail oğullarından gitti!” Sonra Kureyş büyüklerine “Size öyle bir devlet geliyor ki, güneşin doğduğu yerden battığı yere kadar zemini, bütün yeryüzünü kaplayacak!...” dedi.
Süveybe isminde bir cariye Mekke sokaklarında koşuyor, nurdan çocuğun amcası Ebu Leheb’e kutlu doğumu muştulama heyecanıyla. İstikbalde “Muhammed” ismine ve davasına azgın bir düşmanlık ve küfür besleyecek, amca Ebu Lehebin kalbinde bir coşku, bir sevinç dalgası, cariye Suveybe’nin zincirlerini kıracak, esaretten kurtaracaktı. Ve Süveybe hürriyet şerefi yanında, Kur’an ayetlerinin pınarı olan mukaddes dudaklara süt emzirmiş, Efendimize (a.s.m.) süt anne olma şerefine de ermişti.
Nurdan Varlık 40 yaşında.. Fetret karanlıklarında boğulmuş âlemin ışıksızlığa dayanacak takâti tükenmiş, kör kuyularda merdivensiz kalmanın verdiği kahreden ümitsizliğin gebermesine ramak var…
Ve O, Nübüvvet tacını giymiş, semadan emir gelmiştir:
“Kabilen içinden en yakınlarını korkut ve onları doğru yola çağır.”
Hidayet Serdarı Efendimiz (a.s.m.) bu adresi belli emr-i İlâhi’ye imtisalen Abdülmuttaliboğullarını bir araya toplar, içlerinde Ebu Leheb de vardır. Cehennemden insanlığı kurtaran el, nurlu faaliyetlerine en yakınlarından başlamıştı ama Ebu Leheb Ona uzak hem de çok uzaktı. İlâhî emir karşısında şeytanı kıskandırırcasına küstahlaşmış, bağırmaya başlamıştı:
“Kahrolası!... Bizi bunun için mi çağırdın?”
Hakaretler, sövüp saymalar… Ebu Cehil alçaklıkta sınır tanımıyor. Bununla da yetinmeyip, yerden taş toprak alıp, uğruna kâinat yaratılan yüze atmak isterken, küfür homurdanan dudaklarından da “Teb Ya Muhammed! Kuru Ya Muhammed!” sözleri çıkıyordu. Onun “Teb!” sözü helezonlar çizerek semaya yükseliyor, gazap kapılarını çalıyordu. Ve semadan inen ayetler Ebu Leheb’in bedbahtlığını ebedileştiriyordu:
“Ebu Leheb’in elleri kurusun!... Zaten kurudu, mahvoldu o!…”
Ve günler Allah kelâmını tahakkuk ettirmek istercesine süratle birbirini kovalar. Ebu Leheb hastadır, çürüyen bedeninden etler dökülmektedir, küfür pisliğinin yuttuğu vücudundan, etrafa saçılan kokular insanları onun yanından yöresinden kaçırmaya yetmiş; yalnız olarak, hor ve hakir bir şekilde ölümünü beklemektedir.
Öz yeğeni Allah’ın habibi, kendisi Allah’ın en büyük düşmanlarından… Muhammedî güneş insanlığı karanlıklardan kurtarırken, Ebu Leheb kova kova balçık taşıyordu, sıvamak için… Kalplerin Tabibini zehirli yılan olup sokmak isteyen O, “Teb!…Teb!...” diye bağırarak, kendisiyle beraber davasını çürütmek isteyen O idi…
Ve çürüdü gitti Ebu Leheb. Bir çukur kazdılar, fena halde kokan cesedine yaklaşamadıkları için uzun sırıklarla ite kaka çukurun içine gömdüler onu. İşte Allah ve Resûlüne düşmanlığın acı neticesi…
Ölümünden sonra rüyada görürler Ebu Leheb’i, feryatlar içindedir:
“Ah!... Cehennemdeyim. Cehennemdeyim ve âzâb içindeyim. Ancak pazartesi günleri âzâbım hafifliyor. O zaman parmaklarımı emiyorum ve uçlarından çıkan suyu emiyorum. Zira pazartesi günü Allah Resûlü’nün (a.s.m.) doğduğunu haber veren cariyeyi azâd etmiştim. Bu hareketimin yüzü suyu hürmetine pazartesi günleri hafifliyorum.”
Ebu Leheb gibi bir küfür babasının dahi ameli zayî edilmiyordu. Hayatı boyunca küfrünün ürettiği her türlü zulmü, Resûl-i Ekrem (a.s.m.) ve Müslümanlara reva görmekte zerrece tereddüt etmeyen bu baş düşman dahi, âlemlere rahmet olarak gönderilen Efendimizin rahmetinden işte böyle istifade ediyordu.
Nedenli günah hamalı da olsak Ebu Leheb’in bu halinden cesaretlenip affedilebiliriz ümidiyle dergâh-ı İlâhiye’ye sığınıp tevbe istiğfar etmeliyiz; bu gecenin şerefine rahmet kapıları açılacaktır inşaallah…