"O (Allah), Kitap'ta size şöyle indirmiştir ki: Allah'ın ayetlerinin inkâr edildiğini yahut onlarla alay edildiğini işittiğiniz zaman, onlar bundan başka bir söze dalıncaya (konuya geçinceye) kadar kafirlerle beraber oturmayın, yoksa siz de onlar gibi olursunuz." (Nisa sûresi, 140)
Eskiler çok güleni de güldüreni de sevmezlerdi. 'Cıvık' (Sivas'ta o 'k' hırıltılı bir 'h'ye yakın söylenir) lakabının gezdiği her yerde arkasından fısıldanması kaçınılmazdı. (Ben de hakkımda söylendiğini işitmişimdir.) Çocukluğumda, bu meseleye dair sadece eskilerin sözlerinin değil, hadis-i şeriflerin de varolduğunu öğrendim. Bu yazıya onları alıntılamayacağım. Ama o hadisleri okuduğumda canımın çok yandığını anımsıyorum. Zira yapı olarak hem gülmeyi hem de güldürmeyi seven birisiyim. Bu çocukluğumdan beri böyle. O ikisini hayatımdan çekip alsanız geriye benden ne kalır bilemiyorum. Halimi size tarif etmek için şöyle bir bilgi vereyim: Çocukları korkutmak veya terbiye etmek için 'kızgın yüz' yapmam istendiğinde (genelde çaresiz anneler en yakındaki amca görünümlüden talep ederler bunu) bunu beceremiyorum. Gülesim geliyor.
İlk gençlik yıllarımda bu konuda yediğim fırçalar hatırımdadır. Annem de bu durumun erkekler için bir zaaf oluşturduğunu düşünürdü. Belki hâlâ öyle düşünüyor. Fakat otuzlarımdayım artık. Denizim karar buluyor. Otuzlu yaşlarında sessizlik neşeyi biraz daha bastırıyor. Annem de eskisi kadar sık uyarmıyor beni. Çocuklarını, kendileri bir yere gideceğinde, oyalamamı/eğlendirmemi isteyen komşular da yok. Yaşlanmak eskisi kadar sık gülmemek ve güldürememek mi? Sanırım bir tarafı da öyle.
Zaman geçti. Ben büyüdüm. Büyümek biraz da daha geniş açılardan bakmaktır dünyaya. Artık hem Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın hem de eskilerin sözlerini daha farklı bir düzlemde anlayabiliyorum. Güldürmenin potansiyel tehlikelerine dokunabiliyorum çünkü. Mizah ile yapılanın, daha doğrusu yanlış ellerdeki istikametsiz bir mizah ile yapılanın, kem sonuçlarını görebiliyorum.
Kutsal olanı durduğu yerden çekip aşağı atmanın aracı olmuş bazı ellerde mizah. Gülünen şey, eğer iyilikse, mahzunlaşıyor. Yitiriliyor. Çekingenleşiyor. Çünkü utanılıyor artık ondan. Salt Charlie Hebdo, Leman veya Gırgır ile ilgili değil bu sözlerim. Herşeyin bu ellerde ciddiyetini yitirmesiyle ilgili. Güldürmek bir meşrulaştırma aracı gibi. Gülünen şey, eğer kötülükse, masumlaşıyor. Sadece aldırılmaz olmakla kalmıyor, seviliyor da.
Mesela Kardeş Payı dizisinde yapılan (hatırımda kaldığıyla) o espri: Hilmi'ye eski karısı; "Sabahtan beri bana asılıyor musun sen?" diye sorduğunda Hilmi'nin verdiği cevap: "Patronunum ben senin. En doğal hakkım. Türkiye'nin bütün dizilerinde ve Yeşilçam'da bize böyle öğrettiler." Bunun şakası bile tuhaf geliyor bana. Geçilmemesi gereken bir çizgi geçilmiş gibi. Bir kötülüğe gülünmüş gibi. İyiliğe gülersen/alay edersen azalır, kötülüğe gülersen/alay edersen artar. Nisâ sûresinde demiyor mu: "Yoksa siz de onlar gibi olursunuz..."
Sinizmin böyle bir tehlikesi de var. Yaptığı şeyin meşruiyeti üzerinden bu güzel amaca(!) herşeyi malzeme kılabileceğini düşünüyor komedyen. Ama malzeme kılması, ona olan bakışı ve algıyı yerinden oynatmasıyla, sonrakiler için tehlikeli. Onunla birlikte gülenler için tehlikeli. İsimleri fıkra malzemesi olmuş tarihî şahsiyetlerin kaçı ciddiye alınıyor artık? Kaç gülünesi iyilik bugün de yapılıyor? Yedi Kocalı Hürmüz'den beri kime böylesi birşey 'iğrenç' gelir?
Ahirzamanda cennet sûretinde cehennem ve cehennem sûretinde cennetler olacağından bahsedilir hadis-i şeriflerde. Galiba mizah da işte bu ilizyonun araçlarından birisini. Tabii sadece mizah değil bunu yapan. Ama mizah bunlar içinde en arkayı dolaşanı, en sessizce iş yapanı, en dost yüzlü görüleni. Zira, modern zamanlarda en çok açlık hissettiğimiz şey, neşe.
Şimdi, emeği geçenlere sorsan, elbette işyeri tacizlerini hoş görmediklerini ve kınadıklarını beyan ederler. Samimiyetlerine inanıyorum da. Fakat işyeri tacizini gülünecek hale getirmekle duyarlılıkları uyuşturmak bir vebal değil mi? Küçük dünyanızı düşünün. Neyi alaya alıyorsunuz iyi niyetlerle? Bir sorunun, bir yanlış anlamanın veya bir kötü sözün büyütülmemesi ve işin tatlıya bağlanması için alaya alırsınız onu. Yani küçültmeye çalışırsınız. "Ne var ki canım eşek demekte? Sen de bana eşek de. Hatta bak sesini çıkarıyorum. Aaaiii, aaaiii!"
Böylesi şaklabanlıklar yapılana duyulan öfkeyi azaltmak içindir. Daha kötüye gitmemesi için. Peki, Tecavüzcü Coşkun üzeriden tecavüzü, Nuri Alço üzerinden gazoza ilaç atıp ırza geçmeyi 'gülünesi' kılan komedyenlerimiz böyle şeylerden eskisi kadar nefret edilmemesinden de mesuliyet duyacaklar mı? En nihayet Bediüzzaman'ın Lemaat'ta roman ve tiyatro üzerinden modern medeniyete yaptığı eleştirisine çıkıyor yolum:
"Beşerin ağzına yalancı bir dil koymuş, hem insanın yüzüne fâsık bir göz takmış, dünyaya bir âlüfte fistanını giydirmiş, hüsn-ü mücerred tanımaz. Güneşi gösterirse, sarı saçlı güzel bir aktrisi kàrie ihtar eder. Zahiren der: 'Sefahet fenadır, insanlara yakışmaz.' Netice-i muzırrayı gösterir. Halbuki sefahete öyle müşevvikane bir tasviri yapar ki, ağız suyu akıtır, akıl hâkim kalamaz. İştihayı kabartır, hevesi tehyiç eder, his daha söz dinlemez."
İşte modern medeniyetle ilgili her sanat kolunun ikirciği bu: Birşeyi hem özendiriyor/masumlaştırıyor, hem de zahiren "Yapma!" diyor. Hatta "Yapma!" deyişte öyle de öne koşuyor ki, sanıyorsunuz suçlu yalnız sizsiniz, onlar ismet sahibidirler. İnternette ünlülerin güzel reflekslerle çektikleri sosyal sorumluluk videolarına bakın, bir de bir şekilde pay sahibi oldukları sanat ürünlerini düşünün. Bediüzzaman'ın burada neyi kastettiğini daha iyi anlayacaksınız. Ve şunu da anlayacaksınız: Birşeye karşı olmak, yalnıza "Ben karşıyım!" demekten ibaret değildir. Ciddiye almakla başlar, buğzetmekle yaşar, tedbirli/temkinli davranmakla kendini ifade eder.