Bediüzzaman Said Nursi Hazretlerinin bu millettin imanına hizmet etmek için İlahi bir inayet ve himaye ile 1927 yılında Barla’da yaktığı meşale, çok zor şartlar altında ve akla hayale gelmeyen baskılara rağmen milyonlarca insanın imanının kurtulmasına vesile oldu.
Bu meşalenin sönmeden yanmaya devam etmesi için çok büyük çileler çekildi ve çok ağır bedeller ödendi. Bu meşaleyi söndürmemek için yola koyulanlar, bu çile ve meşakkatlerin hiçbirisine aldırmadılar. Sadece ve sadece iman hakikatlerini muhtaç insanlara ulaştırmanın gayreti içinde oldular.
Bu iman meşalesini söndürmek için gayret gösterenler, çok büyük baskılara ve zulümlere başvurdular. Her türlü haksızlığa, hukuksuzluğa, ihlallere hiç çekinmeden tevessül ettiler. Hapisler, sürgünler, tecritler, işkenceler; bu kutlu ve çileli yolun adeta adi birer refakatçısı haline getirildi.
Çile, hapis ve işkence süresini dolduranlar, bunlardan kurtuldukları andan itibaren, kaldıkları yerden yeniden iman hizmetine aynı aşk ve heyecan ile devam ettiler. İman ve Kur’an hizmetinden hiçbir şekilde ve hiçbir tehditle vaz geçmediler. Sadece Allah rızasını esas maksat yaptılar ve başka da hiçbir menfaat ve dünyevi maksada gözlerini dikmediler.
Maddi ve manevi hiçbir mevki ve makam peşinde koşmadan, iman hizmetini esas maksat yapan Barla Sıddıkları ve Isparta Kahramanlarından sonra, vatanın her köşesinde bu kahramanların yolundan gitmek isteyen yeni fedakâr ve civanmert insanlar, bu iman meşalesine sahip çıktılar.
Eskişehir, Kastamonu, Denizli, Emirdağ, Afyon’dan geçen ve tuzaklarla doldurulan yollar ve mekânlar, Allah’ın kerem ve inayeti ile mümbit zeminlere ve gül bahçelerine dönüştü. Bu milleti karanlığa ve inkâra mahkûm etmek isteyenlerin tertibi ile kurulan tuzaklar hiçbir işe yaramadı ve sadece müsebbiplerinin ayaklarına dolandı. Onları çaresizliğe ve mağlubiyetlere yuvarladı.
Hapishaneler, nurlu meclislere ve Nur Medreselerine dönüştü. Buralarda nura kavuşan fedakâr civanmertler, yüklendikleri şevk ve heyecan ile yeni manevi cihadlara kanat çırptılar. Bu milletin ve ümmetin imanına hizmet etmeyi ve kurtulmasına vesile olmayı, hayatlarının en büyük gayesi haline getirdiler. Bu yüce maksat için yaşadılar ve nefes aldılar. Ve inşallah bu şehadetle vazifelerini tamamlayıp berzah âlemine hicret ettiler.
Her yeni istasyonda bu nurlu ve mübarek kafileye yeni kahramanlar iştirak etti. Çok şükür, bu milletin başına çorap örmek isteyenler, niyetlerinin aksiyle tokatlar yediler. Bu millet; yeniden inancına, geçmişine ve mefahirine sahip çıkmanın engin huzur ve mutluluğunu yaşamaya başladı.
1950 yılından itibaren çok partili siyasi hayata geçilmesi ile birlikte, ceberut devrinin zulüm ve icraatları yavaş yavaş gevşeme ve gerileme dönemine girdi. Gerçi eski alışkanlıklarından vaz geçmek istemeyen veya menhus zihniyetin esiri ve meftunu haline gelmiş bazı yöneticiler, zaman zaman zulüm ve baskılarını aynı şekilde sürdürmenin yollarını aramaya devam ettiler. Fakat bu millet, bu yarasa tabiatlılara pabuç bırakmamak için haklarına sahip çıkmanın yollarını öğrenmeye başladı.
Mehmet Fırıncı Ağabey de bu yıllarda İstanbul’a gelen Üstad ile tanışarak, iman ve Kur’an hakikatlerini, hayatının en büyük davası olarak sahiplenmeye başladı. Böylece Mehmet Fırıncı Ağabey için yepyeni bir dünyanın kapıları açıldı.
Mehmet Fırıncı Ağabey ile son yıllarda çok çeşitli vesilelerle ve müteaddit sefer görüşme ve hatıralarını bizzat kendisinden dinleme imkânı bulduk. Her zaman aynı heyecan, tevazu, muhabbet ve şevk ile anlattığı hatıralarını dinlemenin lezzetini bizler de dünyamızda aynı heyecan ile yaşamaya çalıştık.
Mehmet Fırıncı 1928'de Bursa'nın İnegöl ilçesine bağlı Yenice Müslim köyünde dünyaya geldi. Babası fırıncılık yaparak geçimini temin ediyordu. Fırıncı Ağabey, ileriki yıllarda talebesi olarak büyük hizmetlere vesile olacağı Bediüzzaman Said Nursî'nin adını da ilk olarak babasından duydu.
Babası Çarşamba'daki Kovacı Dede Medresesinde talebe iken Üstadın İstanbul'a gelişini, "Şarktan genç bir âlim geldi, hiç kimseye sual sormuyor, bütün suallere cevap veriyor" şeklinde dilden dile dolaşan şöhretiyle işitmişti. O zamanlar büyük bir merak ve heyecanla babasını dinleyen ve asıl ismi Mehmet Nuri Güleç olan Mehmet Fırıncı, yıllar sonra Bediüzzaman Said Nursî ile tanıştığında babasının sözlerini ve muhabbetinin gerçek sebebini anlayacak ve daha büyük bir muhabbet ile bu büyük zata bağlanacaktı.
1952 yılında Gençlik Rehberi mahkemesi için İstanbul’a gelen Bediüzzaman Hazretleri ile Muhsin Alev vasıtasıyla Akşehir Palas Otelinde görüştü. Üstad’ın talebi üzerine kendisine börek yaparak götürdü ve Fırıncı Mehmet olarak anılmaya başlandı. Bu vesile ile Üstad İstanbul’da kaldığı sürece birçok sefer kendisi ile görüşmek ve sohbetinde bulunmak imkânını elde etti. Üstad’ın İstanbul’dan ayrılmasından kısa bir süre sonra hasret duyguları ile yola çıktı ve Üstad’ı Emirdağ’da ziyaret etti.
İstanbul’a döndükten sonra Muhsin Alev, Mehmet Emin Birinci, Hakkı Yavuztürk, Ahmet Aytimur ve Üzeyir Şenler Ağabeyler ile birlikte çalışmaya başlayarak iman ve Kur’an hizmetlerinde aktif bir şekilde yer almaya başladı.
1953 yılında bazı Nur Talebeleri tarafından kaleme alınan ‘’En Büyük Hakikat’’ başlıklı bir yazı, Samsun Büyük Cihad Gazetesinde yayınlanmıştı. Yazıyı gazeteye gönderen Mustafa Sungur tutuklanmıştı. Üstad Hazretlerini de Samsun’a mahkemeye celp etmek için bir karar alınmıştı. Üstad Hazretleri Emirdağ’dan Samsun’a gitmek üzere İstanbul’a gelmişti. Fakat rahatsız olduğu ve böyle uzun bir yola dayanamayacağı için, talebe ve sevenlerinin ricası üzerine burada bir sağlık raporu alınmış ve Samsun’a gönderilmişti. Üstad bu vesile ile İstanbul’da üç ay kadar kaldı. Bu İstanbul seyahati esnasında Üstad Hazretleri, Fener Rum Partikhanesini ziyaret etmiş, İstanbul’un Fethinin 500. Yıldönümü münasebetiyle yapılan törenleri, İstanbul Valisi Fahrettin Kerim Gökay ile birlikte şeref locasından izlemiş ve Gönenli Mehmet Efendi’nin daveti üzerine imam olarak görev yaptığı Fatih Camii’nde yapılan Hafızlık Cemiyetine iştirak etmişti.
Otellerde rahat edemeyen ve kalacak bir yer arayan Üstad Hazretleri, Mehmet Fırıncı’nın babasına ait olan Fatih-Çarşamba’daki bir evde üç ay kadar ikamet etti. Bu münasebet ile Mehmet Fırıncı Ağabey, Üstad Hazretleri ile çok sık görüşme imlanı buldu ve sohbetlerine katıldı. ‘’Fırıncı Muhammed’’ diye hitap edilerek, defalarca yemek ve börek yapma şerefine nail oldu ve ikindi namazları ve sohbetlerinde birlikte bulundu.
Üstad’ın İstanbul’dan ayrılmasından sonra Mehmet Fırıncı, askerlik vazifesini ifa etti. Ve bu vazifenin ardından Üstad’la görüşmek maksadıyla Isparta’ya gitti. Burada Üstad’ın kendisini görevlendirmesi ve bazı mektuplar vermesiyle birlikte Ankara’ya gitti ve vazifesini yaptıktan sonra yeniden İstanbul’a döndü.
1956 yılının başlarından itibaren Mehmet Fırıncı’nın hayatında yeni bir dönem başladı. Çalıştırdıkları fırın ile alakasını büyük oranda keserek zamanının büyük bir kısmını hizmete ve Risale-i Nur’ların neşrine ayırmaya başladı. Bu dönemde birçok risalenin teksir ile basılması hizmetlerinde bulundu.
Isparta’ya yaptığı bir ziyaretin ardından arık İstanbul’da da Risale-i Nurların matbaada basılması zamanının geldiği talimatını Üstad’ından aldıktan sonra, neşriyat hizmetlerinde çalışanlarla birlikte, ilk olarak on bin adet Küçük Sözler kitabının basım işini gerçekleştirdiler. Daha sonraki günlerde İstanbul’da bu şekilde hem matbaada ve hem de teksir makinaları ile birçok kitabın neşir faaliyetleri gerçekleştirildi.
1959 yılının son gününde İstanbul’a bir seyahat gerçekleştiren Bediüzzaman Hazretlerini, Kartal’da karşılayan heyetin içinde bulundu. Bu gezi boyunca devamlı olarak Üstad’ın yakınlarında bulundu. Bu esnada gazetecilerin çok yakın alaka ve sürekli fotoğraf çekmeleri üzerine bir şemsiye tutarak Üstad’ın flaşlardan rahatsız olmasının önüne geçmeye çalıştı.
(Devam edecek)