İstbdad ve Komitacılığın dine hizmet etmenin yollarından olduğu zannımızın bizi böylesine bir noktaya getireceğini; büyük bir felakete düşüreceğini tahmin edemedik. Güvendiğimiz ve bizi rahatlığa sevk eden, sahip olmakla övündüğümüz bütün şeyler, aslında küçük bir sarsıntıyla nasıl da uçup gidiveren şeylermiş. Daha birkaç ay öncesine kadar “münkirlerini yitirmiş bir asr-ı saadet”i yaşıyorduk. Bugün anlıyoruz ki zıddıyyetsiz olmuyormuş; illaki bir karşı taraf olmalıymış, yoksa birbirimizi yemek durumunda kalacakmışız.
Siperleri belli olmayan bir savaşta herkesin bir yerlere savruluşunu izlemekteyiz. İman İnkılâbı’na soyunmuş toplulukların holdingleşmesi, cihadın asaletini soğurmuş da fark edememişiz. Önlerinde kesecek bir müşrik kellesi bulamayan mücâhidânımız ve bil’umum ricâletpenahilerimizin ganimet telâşesini seyrederken kavanin-i Yezdan’ın başka bir dersine şahit oluyoruz: Zaferleri bir hîn-i yağma olarak gören toplulukların kaderi 'Velid oğlu Hâlid’.
Zamanın geldiğini düşünmüştük, bu devlet bizim de devletimiz olsun istiyorduk, siyaset meydanında çarpışarak onu elde edebiliriz düşüncesindeydik. Ettik de. Artık bizim de holdinglerimiz var, vakıflarımız şahane; televizyon ve gazetelerimiz, her tarafta propaganda-yı riyasetimizi yapan dellallarımız var; tek tek hane hane insanları ikna için çabalayışımızın semeresini aldık. Gayretlerimiz öyle bir meyve verdiki son yüzyılda kimseye nasip olmamış bir rüçhaniyetle hükumet etmeye başladık.
Lakin, ezilenlerin iktidarının Spartaküs’ün iktidarından fazlasını vermeyeceğini bilmiyorduk. Bir hakikatimiz olmaksızın, söylev ve mazlumiyet edebiyatı ile elde ettiğimiz iktidarın başımıza hangi belaları açacağını tahmin edememiştik. Hükumeti elde etmiş olmanın hiç de öyle uzaktan göründüğü gibi yeterli olmadığını orada birazcık kalmakla tecrübe ediyorduk. Devletin içine yerleşmiş, bir elin parmağından daha fazla hükumetlerden oluşan bürokratik iktidarları da birer birer fethetmek zorundaydık.
Siyasetin sonuçta “bir yere kadar” hâkimiyet ve hareket kabiliyetinin bulunduğunu düşünen bazılarımız; daha ileri sonuçlar almanın bürokrasi kanadından giderek mümkün olacağına karar vermişti. Politika için ‘ekonomi’ daha uygun bir alan olarak gözükürken; devlete sahip olmak için bürokrasiden faydalanmak daha münbit bir sonuç verebilirdi. Bürokrasi “adam”la kazanılırdı; dolayısıyla holding, banka ve taahhüt işlerinin yanında artık eğitim işine de girişsek iyi olacaktı.
Bütün bunların yanında, milletin derdinin zaaf-ı diyanet olduğunu ve onu takviye ile sıhhat bulacağını düşünen, böyle temelsiz ve heveskârane inkılapçılık işlerine girişmenin istenilen neticeyi vermeyeceğini söyleyenlerimiz de vardı. Evet, söylüyorlardı, fakat aynı zamanda “tertib-i mukaddematta tembellik” gösterip yapılması gerekeni yapmak hususunda bir tür bıkkınlık halini de yaşıyorlardı. Küçük adacıklar/cemaatler şeklinde yaşamayı tercih eden bu bıkkın, miskin ve skolastik kafalı kardeşlerimizle de uğraşmak durumundaydık.
Ahirzamandı. Başımızda büyük bir dava açılmıştı. Bütün peygamberlerin ümmetlerini sakındırdıkları bir devirde yaşıyorduk. Büyük Deccalın insanlığı kasıp kavuran asrında, ondan daha sinsi olanıyla, Süfyan’la ve Komitesi ile uğraşmamız gerekiyordu. Daha bir asır önce, Said-i Garibüzzaman İsevi cemaatiyle beraber hareket etmedikçe; İsa’nın çocuklarının zihinlerinde göğeren normları Muhammedi topraklardaki nur ile buluşturmadıkça ne Süfyan Komitesini ne de Büyük Deccali yenemeyeceğimizi söylemişti. Devletimizi İsevilerin normlarıyla güçlendirmeli, onlarla aynı dille konuşmayı başarabilmeliydik. Aynı dille konuşamayanlar, birbirleriyle tanışamazlardı; imani meselelere muhtaç olan Avrupalıya iman hakikatlerini götürmeli; içimizdeki istibdatı aşmak için kanun ve nizamnamelerimizi de Avrupalının yaşadığı düzeye getirmeliydik.
Bu maksatla müktesebat çalışmamızı başlatmıştık. Yeni anayasamızı çıkarmak için kollarımızı sıvamıştık. Fakat kuvvetin kanunda olmasının Süfyan Komitesinin işine gelmeyeceğini kestiremedik. O, kim sahip olursa olsun keyfi yönetim ve istibdadın havzasında rahatlıkla yaşayabilecek parazitvari bir biyolojiye sahipti. Demokrasi’ye ara vermenin mikrobik ortamı hareketlendireceğini anlayamadık. İktidarın tadını birazcık alıverdiğimizde, çadır ırkçılığını savunanların fikirlerine aldanıp uyum, norm ve anayasa işlerini de ara verdik.
Bu ara veriş bize çok pahalıya mal oldu; her şeyin iyi gittiğini düşündüğümüz bir anda Süfyan Komitesinin hazırladığı tuzağa düştüğümüzü sezemedik. 50 yıldır sürekli bir şekilde, gizli ve açık planlarla ayakta kalmayı başarmış “menhus ruh”; iktidardan vazgeçmeyi göze alamayacağımızı fakat normlardan vazgeçmeyi tercih edeceğimizi tahmin edebilmişti; esefle ki boşa çıkarmadık. Nehrin öbür tarafına geçmekten, bizi, nehrin sularından içmemiz alıkoyuyordu; iktidara sahip olmanın büyüsünden kurtulamıyorduk. Bir ve beraber olup boğmaya çalıştığımız ejderha arkamızdan dolaşmış; biz Uhud’dakine benzer bir zafer sarhoşluğunu yaşarken o boş durmamış; bizim için Engizisyonu hazırlamıştı. Şimdi onun kurduğu mahkemede birbirimizi yargılamaya mahkûm edilmiştik.
Aslında, yatay düzlemde her şeyi yapmış olduğumuzu düşünüyorduk. İktidarı elde etmekle artık İslamiyet’i hâkim kılabileceğimizi bize düşündürten neydi bilmiyorduk. Emevilerin iktidarının İslam dünyasına Kerbela’ya mal olduğunu bile bile; iktidar hırsının başımıza açabileceği belaları düşünmeksizin büyülenmeye devam etmek istiyorduk. Asrın sahibinin sözleri hem siyasetçi yanımıza hem bürokratik tarafımıza hem de skolastik yapımıza ağır sözler söylemekteydi. Olmuyordu; keyfimizi bozan, saltanatımızı kursağımızda bırakan bu kitapların icabına bakmalıydık. İçimizden bir kısım “zekiler” halkımız daha iyi anlasın bahanesiyle ameliyat-ı cerrahiyyeyi başlatmakta gecikmediler. Cemil Meriç boşuna sızlansındı: “Her mukaddesi yıkan Fransız ihtilali, tek mukaddese dokunmamış. “Kamus." Kamus, bir milletin hafızası, yani kendisi; heyecanıyla, hassasiyetiyle, şuuruyla. Kamus bir milletin namusudur. Kamusa uzanan el namusa uzanmıştır.” Dil meselesi bir namus meselesi olmaktan çıkarılmalı; teb’amızı genişletecek bir araç durumuna indirgenmeliydi.
Süfyan ile mücadelemiz uzun bir süreçti; bu süreçte en mühim hizmet, her zaman her ademoğluna lazım olan vazgeçilmez emanetin, iman meselesinin kalplerde yerleşmesi için çabalamaktı. İslam iktidarının en şaşaalı döneminde bile dünyadaki en büyük siyasetten ve en mühim projeden daha kıymetli olan, herkesin başına açılmış ahireti kazanmak ve kaybetmek davası olan iman hizmetinin ikamesiydi. Toplumu dönüştürecek olan asli kuvvet olarak bu hizmetin devamlı, kesintisiz bir surette ifa edilmesi, aynı zamanda Mehdiyyetin ana meselesi ve en birinci vazifesiydi. Hayat ve Şeriat olan diğer vazifelerin ortaya çıkması için gerekli zemin her zaman iman hizmetinin devamı ile oluşmaktaydı. Mehdiyyetin azim hizmetleri takiyye ile, arkadan dolaşmakla, ikiyüzlü davranmakla değil azami fedakarlık, tavizsiz doğruluk, ivazsız sıdk ve yalansız bir güven tesisi ile mümkündü; hüsn-ü zan ve adem-i itimat üzerine müessesti.
Biz, işi “biraz”ı aşan bir komitacılığa dönüştürerek, doğru istişareyi unutarak, doğruyu ben bilir, kuşatır ve ikame ederim iddiasına kapılarak ve dahi ihlasın en mühim noktasını kırarak ayrı yollarda gitmeyi tercih ettik. Yollarımızın kesiştiği noktada aslanların çakal kanununa tabi olması gerekecek ve siyasetin keskin kılıcı kartondan kardeşliğimizi bitiriverecekti.
Bir zamanlar holdinglerimizle övünürdük; gurbetçilerimizin paralarıyla kurduğumuz holdinglerimizle. O zamanlar kayıt altına almayı bile düşünmeden, itimada binaen topladığımız paralarla yalancı bir saltanat kurmuştuk. Gün geldi, bir Şubat sürecinde zalimin kılıcı çalıştı ve bu haksızlığa bir son verdi; bir kısmımız hapislere düştü; bir kısmımız ise hesap vermekten kurtulup arada kaynayıp unutuldu. Kendilerini darbe mağduru göstermeleri de cabası oldu.
Şimdi bütün bu tecrübelerden sonra elimizde kalan nedir? Daha zenginiz fakat susuzluğumuz bir türlü dinmiyor; lüks binalara taşındık fakat tanışıklığımız azaldı; okullarımız, holdinglerimiz, bankalarımız vahşi kapitalizmin kurallarını sempatik bir hale getirmekten öte gidemiyorlar; televizyonlarımız kardeşlerimize küfredebildiğimiz, mahkemelerimiz onları yargıladığımız, gazetelerimiz rezaletimize bahane ürettiğimiz bir konsepte büründü. Bir sarhoşluk ve düşmanlık atmosferinde, el yordamıyla ilerlemeye; konumlarımızı ve kumdan kalelerimizi korumaya çabalıyoruz. Ne zaman hesap vermeyi ve hesaba çekilmeden kendimizi hesaba çekmeyi düşüneceğimiz ise ne yazık ki bilinmiyor!