Abdülkadir Rızvanoğlu’nu ziyaretimde tuttuğum notları paylaşıyorum vaad ettiğim gibi. Kendi dilinden yazıyorum.
Bediüzzaman Said Nursî Şanlıurfa için “taşı nur, toprağı” nur diyordu. Vefat edeceği gece İpek Palas Otelinde Üstadımızı ziyaret ettik. Ramazan ayı idi. Teravih namazımızı Yusuf Paşa Camiinde eda ettikten sonra abim geldi ve bize “şeyh gelmiş sizi götüreyim” dedi. Benim Üstadın geldiğinden haberim yok idi. Meğerse gelmiş İpek Palas otelinde kalıyormuş.
Rıdvan Ağabeyim o vakit Akçakale’de hapis yatıyor idi. Ben de ona ve ailesine destek olmak için orada küçük bir dükkan açmış idim. Sadece haftanın bir günü Şanlıurfa’ya gelip gidiyordum. Suriye sınırında olan Akçakale o vakit emin bir muhit değildi. Mesela; birine “on kuruşluk soğan al bana gel sana 25 kuruş vereceğim” deseniz o on kuruşunuzu da bir daha bulamazdınız. O vakit öyle idi.
Urfa’daki Ağabeyim Üstadı ziyarete gireceğimiz vakit “polisler bırakmazlar Üstadın yanına ama ben geçerim” dedi. “Ben ne söylersem siz de aynını söyleyin” diye bize tenbih etti. Ağabeyim ben ve bir şahıs daha yanımızda olarak üçümüz gittik.
Üstadımız Hüsnü Bayram Ağabey’e “beni çabuk Urfa’ya yetiştir” demiş ve acele gelmişler.
Ağabeyimin dediği gibi polis bizi kapıda tuttu bırakmak istemiyordu. Aralarında böyle bir diyalog geçti:
Polis: Yasak.
Ağabeyim: Ne yasağı burada yasak tabelası falan yok. Ben yasak-masak tanımıyorum.
Ağabeyim dişli idi. Neticede polis bizi yukarı bıraktı. Üst kata çıktık. Üstadımız müdüriyetin yanındaki odada kalıyor idi. Orada da bir polis vardı bizi durdurdu. Üçünüzü birden alamayız dediler. Ağabeyim bana “ben daha evvel görmüş idim sen gör” dedi. Biz Sinan ile beraber ikimiz gittik.
Odaya girdik. Üstadımız başı kıbleye ayakları poyraza gelecek şekilde yatıyordu. Yanımdaki zât önce davrandı. Üstadın elini tuttu öptü. Üstad elini onda fazla bırakmak istemedi çekti. Kendini tanıttırdı. “Ben Sinan Oturakçı. Daha evvel sizi görmek için Ankara’ya gelmiş idim göremedim” diye uzun hikaye etmeye başladı. Üstad “tamam” dedi eli ile işaret etti Sinan çıktı. Ben Üstadımızın yanına yaklaştım. Üstadımız ağırlaşmıştı zor nefes alıyordu.
Üstadımız Hüsnü Ağabey’e “beni doğrult” dedi. Yatar halden oturumuna geldi. Başımı aldı göğsünün üstüne koydu sıktı sıktı sıktı. Öylece durduk. Kendi başını da benim üstüme koyup öyle dinlendi biraz. Ham dolsun o bahtiyarlığa nail olduk.
O günün sabahı vefat haberini aldık. Haberi ilk olarak Şam radyosu verdi. Ben çok şaşırdım “sübhanallah” dedim daha dün beraber idik. Ben Akçakale’de olduğum için gelemedim cenazeye. Akçakale buraya 52 kilometre. Suriye sınırında.
Kızımın adi Saide’dir. Saide ismini çok severim. Ablamın da ve ninemizin de adı Saide idi. Halime-i sa’diye annemizi hatıra getiren çok güzel bir isimdir Saide ismi. Benim kızım Saide Ramazanın birinci günü doğdu. Üstadımız Ramazanın yirmi beşinde ahiret âlemine gitti.
Abdülkadir Badıllı Ağabey “Bey”dir. “Said Beyler”dendir. Baydilli soy ismini taşıyanlar da aynı aşirettendir. Benim annem tarafının soyadı “Tatlı”dır. Biz sonradan Rıdvanoğlu soyadını aldık. Çok karışıklıklar oluyor idi. Aynı ad ve soyadı taşıyan bazen üç beş kişi oluyor idi. Bu nedenle her hangi bir resmi meselede bir kişi ararken aynı isimde olduğu için üç kişiyi birden alıp götürüyorlardı.
Kendim tarikat mensubuyum. Talebelerimiz var ama şimdiye dek hiçbir talebeme “mürîdim” dememişim. Onların hepsi benim kardeşimdir. Bizler kardeşiz. Allah bizi kardeş etmiş. Bize “siz birbirinizin kardeşisiniz” demiş. Hatta bu meselede bir kardeşle münakaşa oldu. Ben dedim: “mürid demem ben kardeşim. Biz kardeşiz.”
Biz burada medrese yapmıştık talebeler gelirdi hele Üstadımızın vefatı hengamında bin kişi, iki bin kişi, üç bin kişi geliyor idi. Benim maddi durumum o vakit yok idi istiyordum ki onları evimde ağırlayım ama borca girerek yemek yedirmek istemiyordum. Abdülkadir Badıllı Ağabey bana dedi, “sen gönlünden geçeni götür gönlünden geçmeyen yatak alıp bize gelsin.” Yer var ama yetecek yatak yoktur yatak alıp gelsin diyordu. Buradaki hâne halkları yatak yastık ayarlıyor idiler yatağını alan Abdülkadir Badıllı Ağabeylerin oraya gidiyor idi.
Zehraiye Camii inşa edilirken kıblesi biraz eğri oldu. Abdülkadir Badıllı Ağabey bizimle istişare yaptı. Bize dedi: “Eğer kıbleyi düzetsek epey yer kaybedeceğiz, eğer böyle kalsa eğri olarak kalacak ne yapalım” diye. Neticede öyle kalmasına karar verdik. Biraz eğrilik vardır caminin kıblesinde.
Camiin yanında bir de medresemiz vardı. Üstadın cenazesine gelenler bin kişi iki bin kişi geliyorlardı. İmkanı olanlar misafirleri evlerine alıp götürüyorlardı. İmkanı olmayanlar da misafirler medresede yatsınlar diye döşek gönderiyorlardı.
Dede Osman Avni’ye biz yetişemedik. Kendisi 120–130 sene evvel yaşamış mübarek bir zâttır.
Biz Zehraiye medresemizin giderleri için kendi aramızda aidat topluyorduk. Arkadaşlar benim tarikata intisap ettiğimi duyunca benden aidat almak istemediler bu nedenle. Bana kızdılar “Üstadın feyzi sana yetmedi mi ki böyle bir iş yaptın” dediler. Halbuki ben daha doğmadan evvel benim oradan rızkım tayin edilmiş. Amcamla babam pazarda buluşmuşlar. Canlı hayvan ticareti yapıyorlardı. Babam biraz geç gitmiş pazara. Amcam ne oldu deyince hanım ağırlaştı demiş onun yanına bırakmaya birini bulmak için geciktim. Amcam o gün babama “Abdülkadir Geylani Hazretlerinin sizin eve geldiğini gördüm bu gece rüyamda” demiş. Bizim şeceremiz var soyumuz Abdülkadir-i Geylanî Hazretlerine dayanıyor. Babam da amcama madem öyle erkek olursa adını Abdülkâdir bırakalım demiş. Böylece adıma karar vermişler.
İstanbul’da Muhammed Cerid isminde bir zât vardır. Urfa’da onun halifesi olan tugayda görevli bir zât vasıtası ile biz ona intisab ettik. Kadirî tarikatine bağlandık. Benden tarikate intisab ettiğim için aidat almayı reddeden Nur Talebesi arkadaşlarıma ben dedim, “siz biliyor musunuz tarikat nedir, şeriat nedir?” Şeriat şâri-ül âam’dır. Geniş caddedir oraya çıkan pek çok ara yol bulunur. Misal, Suruç yoluna gideceğiz asfalta çıkacağız. O ana yola çıkan pek çok tâli yol vardır. Hepsi de o ana caddeye bağlanır. Eğer şeriata gitmez ise bir yere eriştirmezler seni.
Bütün tarikatler Tarikat-i Muhammedî’ye götürür. Bütün tarikatler buraya çıkar, buraya bağlar. Ben de tarikate intisab ettim tarikat ise sizin zannettiğiniz gibi Üstadımızın yolundan ayıran bir şey değildir. Ana baba hakkını anlatır, güzel ahlakı anlatır sohbet veririz kardeşlerimize ve sohbetle beraber de otuz veya kırk dakika zikir kelime-i tevhid çekeriz, ne kadar feyiz gelmiş ise. Bu arada da gönlü coşan taşan olursa ilahi okur. Bunun Üstadın yolundan ayrılmak manasına gelen hiçbir tarafı yoktur. Tarikat budur. Allah “beni zikredin, beni anın ki ben de sizi anayım” diyor. Allah’ı zikretmektir tarikat. İnsanın kalbi “lâ ilâhe illallah” demeye alışır. Siz her ne işle meşgul olursanız olun o esnada kalbiniz daim lâ ilahe illallah der. Budur tarikat. Bunun neresi eksikliktir? Ben Üstadımızı sizden de evvel tanımışım, sizden de çok severim. Siz herkesi bir tek kalıba koymak istiyorsunuz. Bu olmaz. Bakkal dükkanında her şey bulunur. Kimi gider un ister, kimi pirinç ister, kimi şeker ister. Herkes orada aradığını bulur ve ihtiyacını alır. Siz diyemezsiniz ki bu bakkal sadece un satsın. Olmaz ki bu. Her şey bulunur herkes de ihtiyacını alır. Doğrusu budur. Tarikat-i Muhammedî’yi kısıtlamayın, darlaştırmayın ki herkes rahatlıkla girebilsin ve ihtiyacını temin etsin. Daraltmayın genişletin.
Biz Üstadımızdan manevi feyzi almışız. Bediüzzaman Said Nursi’den feyiz aldık. O büyük zattan gönlümüze bir inşirah gelmiştir. Ruhen biz Üstadımıza bağlıyız. Tarikat olarak da Abdülkâdir-i Geylanî’ye bağlıyız.
Muhammed Cerid de bize “evladım Risale-i Nur’u okudun mu” der idi. Okumamızı isterdi. Kendisi de çok kitaplar okurdu.
Üstadımız da daha çocuk iken Abdülkâdir Geylani (ks) ile râbıtalı idi. Ondan kayıp cevizlerini ister idi.
Kimse yanına gelmeyenleri tenkit etmemelidir. Yanınıza gelmeyeni tenkit etmeyin, cemaati kaçırmayın. Ola ki cemaatin içinde sizin tenkit ettiklerinize muhabbeti olanlar vardır da bir daha gelmez.
Biz her gün Meşâyih-i i’zam hazerâtına okuruz. Mutlaka Üstadımız Bediüzzaman Said Nursî’ye bir Fatiha üç ihlas her gün okurum. Fatiha İhlas ve yasin okuruz silsileye. Bununla beraber tarikat tesbihleri olarak da her gün bir tesbih (100 adet yani) Besmele, bir tesbih Estağfirullah el-Azîm, bir tesbih de salavat (Allahümme Salli ala Muhammedin ve ala ali Muhammed) okuruz. Bununla beraber yine her gün üç tesbih (300 adettir) “Lâ ilâhe illallah, Allah, Hû, ya Hakk, ve bin beş yüz adet de Hayy ismi şerifi okuruz. Bunun imana islama ne zararı var. Tarikate girmek demek bunları yapmak demektir. Güzel ahlak nasihatleridir, ana baba hakkına komşu hakkına kul hakkına riayet etmek demektir.
Allah beni zikredin diye emrediyor bize. Bunlar da zikirdir.
İnsana necat verecek olan üç şey biliyorum bunlar da Sabır, Sıdık ve İhlastır. İnsan bunlar vesilesiyle kurtuluşa erdirilir.
Abdullah Yeğin Ağabey Urfa’ya ilk geldiğinde Kadıoğlu Camiinde kalıyor idi. Sonra cemaat kalabalıklaşıp da oraya sığmamaya başlayınca dergahtaki Rıdvanoğlu camiinin odasına geçti. İlk kaldığı Kadıoğlu Cami, Su Meydanı’ndadır. Benim Ağabeyim Hacı Rıdvan Rıdvanoğlu Abdullah Yeğin ağabeylerle beraber hapis yatmış idi.
1968 senesinde biz mahkemeye müracaat edip Rıdvanoğlu soyadını aldık. Yoksa daha evvelden “Tatlı” idi soyadımız.
Abdülkâdir Geylâni Hazretlerine bağlı pek çok kollar vardır. Şanlıurfa’da da çok kollara mensub olanlar vardır hepsinin de başı Abdülkâdir Geylâni’ye (ks) dayanır. Ben tarikate intisab edeli elli sene oldu.
Nur Talebelerinin de manbaı Risale-i Nurlardır ve Üstad Bediüzzaman Said Nursî’dir. Kimi Badıllı Ağabey’den akar oraya gelir, kimi Hüsnü Ağabey’den akar oraya gelir, kimi Abdullah Yeğin Ağabey’den akar oraya gelir ama geldiği yer aynıdır sadece gelirken kullandığı kanal farklıdır. Bu fark çok da mühim değildir ve olmamalı. (Kendi dilinden yazmaya çalışıyorum lâkin bazı yerde kendi kelimelerim karışıyor kusura bakılmasın.)
1966 ve 1967 senelerinde sıkı yönetim vardı. Ben de o sıra Ankara’ya gitmiş idim. Bizim kamyonumuz vardı orada simsarlara gider “Urfa, Antep taraflarına yük var mı?” diye sorardık. Onlar da var ise bize verirler biz kamyonu yükleyip getirir teslim ederdik. Ankara’da bu sefer Şanlıurfa İş Bankasının keresteleri bize rast geldi. Simsarlar dedi Urfa’ya işlenmiş kereste gidecek İş Bankasının inşaatı için. Biz de kamyonu yükledik. Urfa’ya gidip teslim edeceğiz. Bu arada Risale-i Nur’un bir profesörü olan Said Özdemir Ağabey’i ziyaret ettik. Kendisi Risale-i Nurun belki hepsini göğsünde hıfzetmiştir. Medrese sorduk hamd olsun bulduk Hacı Bayram Camii yakınlarında. O zaman öyle bir zamanki herkese soramıyorsun dersane nerede diye. Yine de çok şükür denk geldik birine sorduk medreseyi tarif etti bize gittik.
Said Özdemir Ağabey’e ben Urfa’dan geldim arabam var yük taşıyorum deyince bana “sana ihtiyacım var” dedi. Gaziantep’e kitap göndereceğiz ama herkese inanmıyorum dedi. Ben de “bana inan ben götürürüm” dedim. Bana yakalanırsan ne yaparsın deyince ben de ona cevaben dedim: “İş bankasına Ankara’dan kereste getirdim. Ben kamyonu verdim yükü kendileri yüklediler. Ben ne yüklediklerini görmedim bilmiyorum. Haberim yoktur.” Said Özdemir Ağabey’in hoşuna gitti cevabım “sana hayran olayım” dedi.
Kitapları götürdük Said Ağabey’in dediği gibi Gaziantep’de Muhammed isminde birine teslim ettik. Kendisine daha evvel de kitap göndermişler. Ben dedim sen Ankara’ya bir haber gönder bundan evvel gelen kitapları da bunu da teslim aldığını söyle haberleri olsun dedim. Sağ salim teslim ettik hamd olsun kitapları. O vakit çok sıkı idi, aramalar yasaklamalar var idi. 1960 ihtilalinden sonraki dönem.
Her gece saat 3.30’da kalkarım evvela teheccüd namazımı kılıp sonra da tarikat dersimi yaparım. Dil alışmış hamd olsun ben zikir yapmadığım zamanlar her ne işle meşgul olursam olayım dilim alıştığı için kalbim de her daim “Lâ ilâhe illallah” diyor. Her gün 24 İhlas ile 8 Fatiha silsileye hibe ederim. Üstadımız Bediüzzaman Said Nursî’ye de her gün okurum muhakkak.