İman mualimi Bediüzzaman Said Nursî; davasına, hareketine “Hizmet-i imaniye” adını koydu. Bütün varlığıyla, bütün mesaisini iman üzere sarf etti. Bu milletin imanı kurtulması uğrunda hayatını vakfetti. Ondan geriye kalan tek miras; altı bin küsur sayfa Risale-i Nur Külliyatında hep iman hakikatlerini anlattı.
O hayata “iman kurtarmak” için baktı. Onun gecesinde, gündüzünde iman kurtarmak; hülyasında,rüyasında iman kurtarmak; maddesinde, manasında iman kurtarmak, hep iman kurtarmak vardı. O iman kurtarmak için yaşadı. Ona göre; bir adamın imanının kurtulması güneşin doğduğu her şeyden daha hayırlıdır, dünya kadar altını bulunan bir kişi, bu zenginliğini Allah yolunda tasadduk etse de, bir adamın imanını kurtarmakla kazanacağı hayra ulaşamazdı.
“Bir fakir insana değil fani ve geçici bir tarlayı, bir haneyi, belki koca kâinatı ve dünya kadar ebedi bir mülkü kazandıran ve fani bir adama ebedi bir hayatın levazımatını bulduran ve ecelin darağacında bekleyen bir biçareyi ebedi idamdan kurtaran, sonsuz saadet hazinesini açan, insanın en kıymetdar sermayesi” diye tarif ettiği cennet anahtarı imanın gönüllerde, kalplerde yer etmesi için çalıştı, durdu bir ömür boyu.
Herkesin ve bilhassa Müslümanların başına çok büyük bir dava açılmıştır: İmanı kazanmak veya kaybetmek davası… Kaybedenler, bağlar ve kasırlarla süslenmiş yeryüzü genişliğinde bir ebedi mülkü de beraberinde kaybedecekler… Bediüzzaman işte bu endişeyle titrer durur, “nesillerin imanını kurtarmak” bu yüzden, gündeminin tamamını işgâl eder, dünyaya bakacak, hadiseleriyle ilgilenecek zamanı yoktur Onun. Yeryüzünü darmadağın eden, hercümerce getiren, dehşetli dünya savaşını dahi merak etmedi, harbin akıbetine dair bir tek sual bile sormadı. Zira bu dünyanın en büyük hadisesi de olsa dünyaya bakar ve fanidir, geçicidir. Halbuki Bediüzzaman’ın davası olan iman hizmeti ise, milyonlar seneler olan ebedî hayatla alâkadardır.
Bediüzzaman, “Her adam eğer Alman ve İngiliz kadar kuvveti ve serveti olsa ve aklıda varsa o tek davayı (imanı kurtarmak davası) kazanmak için bilâtereddüt sarf edecek” derken, Alman ve İngilizlerin dünyayı elde etmek uğruna yaptıkları savaşın, ebedi cenneti kazanmak gibi neticesi olan, imanı kurtarmak davası yanında çok küçük ve ucuz olduğuna işaret etmektedir.
Bir küçük davanın kazanılması için avukata ihtiyaç duyulur. Böyle büyük ve kaybedilirse telâfisi olmayan davaya binler avukat tutulsa israf olmaz. Buna mukabil Bediüzzaman şöyle müjde veriyor:
“O büyük davayı yüzde doksanına kazandıran ve yirmi senede yirmi bin adama kazancının vesikası olan iman-ı tahkikiyi eline veren ve Kur’an-ı Hakîm’in mu’cize-i mâneviyesinden neşet edip çıkan ve bu zamanın birinci bir dava vekili bulunan Risale-i Nurdur. Demek avukat tutmak isteyen onu elde etse yeter…”
İki hayatı imha eden imansızlık belâsına karşı imana sarıldı. İnsanlığın tek kurtuluş çaresi olan imanı; takviye etmek, güçlendirmek için iman hakikatlerini Risale-i Nurlarla neşretti.
Bediüzzaman Said Nursî sürgün olduğu yerleri iman nuruyla hürriyetine kavuşturdu. Işığı sönmüş gönülleri iman nuruyla ihya etti, tükenmiş ümitleri diriltti. Atıldığı zindanları iman nuruyla aydınlattı, insan kasapları olan canavar mahkûmları, karıncaya kıyamaz merhametli insanlar haline getirdi. Mahkemelerde bile iman nurlarını tebliğ etti, iman dersi verdi, yegâne gayesinin iman hizmeti olduğunu haykırdı.
“Risale-i Nurun vazifesi, hayat-ı ebediyeyi mahveden ve hayatı dünyeviyeyi de dehşetli bir zehire çeviren küfr-ü mutlaka karşı imanî olan hakikatlerle gayet kat’i ve en mütemerrid (inatçı) zındık (dinsiz) feylosofları dahi imana getiren kuvvetli burhanlar (deliller) ile Kur’an’a hizmet etmektir.” dedi.
Hapishaneler onunla Kur’an medresesi oldu. Eskişehir hapishanesinde Allah’ın âzam isimleri olan “Ferd, Hay, Kayyum, Hakem, Adl, Kuddüs” isimlerinin muhteşem bir şekilde tefsir edildiği 30.Lem’ayı te’lif etti. Denizli hapishanesinde 11.Şua olan Meyve Risalesini, Afyon hapishanesinde ise 15.Şua olan El-Hüccetüzzehra Risalesini yazdı. Ne gariptir ki; adı geçen eserler baştan sona imandır, iman hakikatlerini izah etmektedir. Ne büyük talihsizliktir ki, muhterem müellifinin de vücudu zindanlarda çürütülmek isteniyordu!
O hastalıklarına, ihtiyarlığına, mahkumiyetine bakacak halde değildir, “İmanım tutuşmuş, yanıyor!..” diye yüreğinin derinliklerinden yükselen bir feryatla, cehennem söndüren, cennet yollarını açan nurlu eserlerini neşretmeye devam ediyordu, hem de ne şartlarda… Bu eserler kimi zaman kibrit kutularına yazılıyor ve saklanıyor, kimi zaman kese kağıtlarının içlerinde gizleniyor, kimi zaman gazetelerin kenarlarına, elişi kağıtlarına yazılarak çoğaltılıyor ama asla vazgeçilmiyordu. Çünkü dava, davaların en yücesi, Peygamberlerin hizmet ettiği iman davasıydı…
Kimi zamanda; asrın en şefkatlisine, merhametsizlik ediliyor, ihanet ediliyor, hıyanet ediliyor, vücuduna aşırı dozda zehir şırınga edilerek, ölüme terk ediliyor. Yüzü mosmor kesilmiş, dili ağzında dönmeyecek derecede şişmiş, gözlerinden kanlar akıtan İman Muallimi, Nurlu Öğretmen Bediüzzaman Said Nursî, 15.Şua El-Hüccetüzzehra Risalesini Allah’ın inayetiyle Afyon hapishanesinde yazmaya muvaffak oluyordu.
Hakarete de uğradığı oldu. En korkunç iftiralar, ithamlarla karşılaştı. Zifiri karanlık günlere maruz kaldı, ama O “nur” gösterdi, “nur”dan bahsetti. İmana muhtaç gönüllerin zulmetten, karanlıktan kurtulmasını dava edinmişti, meşalesi ‘nur’dan, davası ‘nur’dan olan Nur’dan Adam. Bu uğurda defalarca zehirlendi, yıkılmadı. Bir adım dahi geri atmayı düşünmedi, arkasına hiç bakmadı ki… Kendisine zehir verenlere beddua etmedi, hidayet temenni etti, imanları kurtulması için dua etti. Risale-i Nur namındaki iman çeşmesinden, kendini öldürmek isteyenlerin dahi içmesini arzu etti.
Meselâ 12.Şuada geçen şu ifadelerini işitip de hayrete düşmeyen, takdir duyguları coşmayan var mıdır? Şöyle diyor İman Muallimi Bediüzzaman:
“Eğer Ankara’ya gönderilen, Risale-i Nur’un şiddetli tokatları için beni idama mahkum eden zatlar, Risale-i Nur ile imanlarını kurtarıp idam-ı ebediden necat bulsalar (kurtulsalar), ben onları da ruh-u canımla helâl ederim.”
Bu manayı farklı bir şekilde 13.Şuada şöyle izah eder:
“Hatta Ankara’ya giden şiddetli risaleler sebebiyle en ağır ceza nefsime verilse; fakat ceza verenler, o risaleler ile ölümün idam-ı ebedisinden kurtulsalar; hem kalbim, hem nefsim razı olurlar. Demek biz onların iki cihanda yaşamalarını istiyoruz, arıyoruz. Onlar bizim ölmemizi istiyorlar!”
Onun maruz kaldığı nice zulümlerden sadece birisine yakından bakmaya çalışalım…
Yer: Afyon Ceza Evi. Altmış kişilik koğuşa tek başına atılmış, yaşlı, hasta ve vatan millet için faydadan başka hiçbir menfaati olmayan mazlum ve masum bir din adamı. Zemheri soğuğu, iliklere kadar işleyen ayaz içeriyi yalayıp geçiyor sanki. Isıtılamadığı için boşaltılan koca koğuşun hayali dahi donduruyor insanı. Amansız soğuktan başka vicdansız ve insafsız bir dünyanın mahkûmu bu aziz adamın her yanını yasaklar işgal etmiş; baskı, istibdat eşine az rastlanacak cinsten.
Talebeleriyle görüşmesi yasak, talebelerinin onunla konuşması hatta selam vermesi dahi yasak! İki satır yazı karalayıp gönderivermek, bir ihtiyacı var mı diye soruvermek yasak! Hizmetine girmek, yardımına koşmak yasak hem de ne yasak!
Bu kadar yasağa rağmen en küçük bir olumsuz tavır göstermedi, bir beddua dahi etmedi İman Muallimi Said Nursî.
Zulmeden zalimleri, hıyanet eden hainleri dahi affeder mi, kendisine zehir verenlere dahi hakkını helal eder mi insan? Evet, Bediüzzaman işte o insandı; celladının zarar görmesini istemeyen insandı.
Mustafa Sungur, her nasılsa bin bir dikkat sonucu, ayağını sürüyerek yaklaşabilmişti iman muallimi üstadına. Soğuktan, zehirli hastalıktan, baskı ve zulümden yorulmuş, süzülmüş o çehreye gözyaşlarını salarak bakabiliyordu ancak.
“Ağlama keçeli” dedi Üstad ve bir kâğıt kaleme vasiyetini yazdırdı:
“Belki hayatta kalmayacağım. Bütün mevcudiyetim, vatan, millet, gençlik ve âlem-i İslâm ve beşerin ebedî refah ve saadeti uğruna feda olsun. Ölürsem dostlarım intikamımı almasınlar…”
Her tarafından acı damlayan bu hadiseden sonra Bediüzzaman’ın şu sözlerine kulak verelim; “Beni serbest bırakınız. Elbirliğiyle komünistlikle zehirlenen gençlerin ıslahına ve memleketin imanına, Allah’ın birliğine hizmet edeyim” diyordu lâkin çağrısını kimselere duyuramıyor ama mahkûm da olsa sürgünde olsa iman hizmetine devam ediyordu.
Sonraları kendisinin mahkumiyeti için çalışan bütün savcılara mektup yazacak, hakkını helâl edecek ve “Açılan davalar, Risale-i Nur’un alemde yayılmasına vesile oldu” diyecektir.
“Konuşan Yalnız Hakikattir” isimli yazısında söylediği sözler Onun, insanlığın imdadına gönderilen Hidayet Serdarı olduğuna dair kesin kanaat vermektedir. Nice zulümlere uğradığı halde, zalimlerden hiçbir hak talep etmediği gibi hepsine hakkını helâl ediyordu. Cellatlarına, katillerine, düşmanlarına merhametle mukabele ediyordu:
“Mademki nur-u hakikat, imana muhtaç gönüllerde tesirini yapıyor; bir Said değil, bin Said fedâ olsun. Yirmi sekiz sene çektiğim ezâ ve cefalar ve mâruz kaldığım işkenceler ve katlandığım musibetler hep helâl olsun. Bana zulmedenlere, beni kasaba kasaba dolaştıranlara, hakaret edenlere, türlü türlü ithamlarla mahkûm etmek isteyenlere, zindanlarda bana yer hazırlayanlara, hepsine hakkımı helâl ettim.”
Eşref Edip, onun hakkında “Kalbi bir sahabî kadar imanla dolu. Ruhunda Ömer’in şehameti var. Yirminci asırda devr-i saadeti nefsinde yaşatan bir mü’min, bütün hedefi iman ve Kur’an” diyor. Evet Bediüzzaman, iman hakikatlerini insanlığa ulaştırmak adına, kütükte doğranan et misâli paramparça olan sahabeler gibi, her acıyı yudumluyor, emsalsiz çileleri çekiyor ve sonrada dönüp, sebep olanlara hakkını helâl ediyordu, yeter ki iman nurundan kalpleri mahrum kalmasın. Hz.Ebubekir’in “Ya Rabbi vücudumu o kadar büyüt ve cehenneme at ki; başkaların girmesine yer kalmasın!” manasındaki feragat ve fedakârlıktaki misilsiz örneğine, “Milletimizin imanını selâmette görürsem cehennemin alevleri içinde yanmaya razıyım. Çünkü vücudum yanarken gönlüm, gül gülistan olur!” şeklinde nâzire yapmış ve bunu da fiilen ispat etmiştir.
İman Muallimi Bediüzzaman’ın, imana hizmet aşkı nice gönüllerde yer tuttu. Ondan ilham alan nice tebliğ erleri yeryüzünde doludizgin at koşturmakta. Şimdilerde dünyanın en uzak köşelerinden; Malezyalardan, Yeni Zelandalardan hizmet haberleri alıyoruz. Said Nursî’nin genç Saidleri, iman hakikatlerini dünyanın hemen her coğrafyasında tebliğ ve neşre devam ediyor.
İman Muallimi Bediüzzaman; Risale-i Nur gemisiyle, ahir zamanın azgın dalgalarına rağmen insanlığı selâmet sahiline çıkarmakla meşgul; iman ve ibadet boyutlu hürriyet meydanlarını göstermeye, küfür dalalet kölelerini Allah’ın inayetiyle azâd etmeye devam ediyor dün olduğu gibi, bu gün de… Ve bu nurlu faaliyeti kıyamete kadar sürecek inşâallah…
İnsanlık adına sonsuz teşekkürler İman Muallimi Bediüzzaman Said Nursî…