Faruk Çakır'ın yazısı:
Bir ‘son şahit’i de ebedî âleme uğurladık. Rize’nin Çayeli ilçesi Senoz Vadisi köylerinden Yenice’de ikamet eden, ama bir kaç aydan beri İstanbul Kartal Eğitim ve Araştırma Hastanesinde kanser hastalığı tedavisi süren “Dehri Yusuf Hoca”mız, Mevlid Gecesi’nin sabahına doğru ebedî âleme göçtü.
Yusuf Hocamızın vefat haberini sabah namazı vaktinde aldık. “O’ndan geldik, yine O’na döneceğiz” diyerek ruhuna Fatihalar gönderdik. Yusuf Okumuş Hocamız, aslında ‘fakülte’ bitirmemişti. Ama genç yaşta tanıdığı Risale-i Nur vasıtasıyla kendisini yetiştirmiş, “fahri, gönüllü imam” gibi, bütün Senoz Vadisi köylerinde Allah rızası için vazife yapmıştı.
Bir defası Barla’da olmak üzere üç defa Üstad Bediüzzaman Said Nursî’yi ziyaret etmiş, duâsını almış ve yazdığı bir risaleyi de ona takdim etmiştir. (Hatıraları, “Son Şahitler”in 4. cildinde “Yusuf Dehri” adıyla [s. 266] yer alıyor. “Dehri” tâbiri, Yusuf Okumuş’un ailesinin adıdır, köyde öyle bilinirler.)
Yusuf Hocamız, hem komşu köylü, hem de baba dostuydu. Köylerimiz karşılıklıydı. Rahmetli babamla da çok sık görüşürlerdi. İkisi de çok uzun süre Kaptanpaşa Kur’ân Kursu’nun idaresinde yer alarak birlikte çalıştılar.
Yusuf Hocamızın hizmetlerini anlayabilmek için “köy hayatı”nı bilmek lâzım. Çünkü anlatacağımız bazı şeylerin, şehir hayatında karşılığı yok. Yusuf Hocamız için, “karşılıksız hizmet etti” demek çok kuru bir ifade olur. Meselâ ne yaptı? Biliyorsunuz, Karadenizin köylerinin biri bir dağda, diğeri öbür dağda bulunur. Eskiden, köy camilerinde şimdiki gibi görevli imam hatip yoktu. Dolayısıyla çocukların Kur’ân öğrenmesi de özel gayretlere bağlıydı. İşte, Yusuf Hocamız hiçbir ücret almadan bütün kış ayları boyunca köylerdeki çocuklara Kur’ân öğretirdi. Kaptanpaşa ve yakın çevresindeki köylerde yaşayıp da Yusuf Hocamızdan (yaşı müsait olanlar arasında) ders almayan bir kişi bile bulmak kolay değildir. Dolayısıyla bizim köyümüzde de uzun yıllar çocuk okutmuştur. Sadece çocuklara değil, yaşı sebebiyle camiye gitmeye utanan “büyük”lere de ders vermiştir. Pek çok kişi onun anlattıklarıyla dinî meseleleri öğrenmiş, Kur’ân okumaya başlamıştır.
Sakın, “Başka işi yoktu, oturup çocuk okuttu” diye düşünülmesin. Her köyde yaşayan gibi onun da kendi özel işleri, çayı, çimeni, odun kırma işi vardı. Onları yapar, yaptırır; köylerdeki camilere gidip çocuk okutmayı da aksatmazdı. Meselâ, bazı uzak köylerde çocuk okutmaya başlar, ama o köyde kalacağı uygun yer olmadığı için sabah akşam her gün bir ya da iki saatlik yolu yürüyerek evine gidip gelirdi. “İyi, temiz ve yeşil havada yürümüş” diye aklınıza da gelmesin. Senoz Vadisi köylerine kış aylarında (hele eskiden) bir metre kar yağdığını düşünün... Bütün bu zorluklara rağmen çocuk okutma işi söz konusu olduğunda memnuniyetle kabul eder ve o camide “hoca olarak okutur”du.
Yusuf Hocamız, haram ve helâl konusuna da çok dikkat ederdi. Herkesin evinde misafir olarak kalmaz, bir ikramı kabul edeceği zaman onun nereden ve nasıl kazandığını araştırırdı. Sadece Senoz Vadisinde değil, Çayeli’nin çevre köylerinde de vaazlar vermiştir. Hele hele, görev yapmadığı, vaaz vermediği cenaze yok gibidir. Köy şartlarını düşünün, 3 ya da 4 saat mesafedeki bir köye cenaze için gidilecek, orada vaaz verilecek, cenaze defnedilecek ve bunu “görevli olmayan” bir gönüllü kişi üstelik de hiçbir hediye kabul etmeden yapacak! Şimdiki şartları da düşünmeyin. Cenazeye yürüyerek gidilecek... Ayrıca herkes bu anlatılanlardan memnun olmayabilir. Vaazlardan dolayı şikâyetçi olanlar da olabilir. Nitekim olmuştur ve zaman zaman soruşturma, takibat ve gözaltı hadiseleri de (geçmiş yıllarda) yaşanmıştır.
Hocamızın “nâmahrem” noktasındaki hassasiyeti de çok dikkat çekiciydi. Cenazelerde, köy evlerinde ekseriyetle önce hanımlara hitap eder, ama mutlaka gözleri kapalı olarak konuşurdu. Anlatacaklarını anlatır, nasihatlerini sıralar ve sonrasında cenaze namazı kıldırmaya geçerdi. Tabiî bu tavrını garip karşılayanlar olurdu, ama ömrü boyunca bu hassasiyetinden taviz verdiğine şahit olan olmadı. Vaazlarında ekseriyetle Üstad Bediüzzaman’ın sözlerinden de nakiller yapar ve Risale-i Nur eserlerini okumayı mutlaka tavsiye ederdi. Bilhassa televizyon konusunda çok hassastı. TV’lerin köyleri işgal etmeye başladığı 1980’lerde bu konuda büyük mücadele verdi. Meselâ, TV antenine “Cehennem gelberisi” adını takmıştı. Yani cehennemi toplayan, evin içine dâvet eden, çağıran vasıta... Kimi saygıdan, kimi çekindiğinden uzun zaman köy evleri TV işgalinden muhafaza olabildi. Tabiî o günlerde TV aleyhinde konuşmak en büyük mürtecilikti! Şimdi olsa Yusuf Hocamıza bu sebeple “ödül” verebilirlerdi...
Bazı dostları, “Hocam, insanları cehennemle korkutuyorsun. Biraz da cennetle sevdir” diye serzenişte bulununca, “Onu yapan çok. Ben ‘ameliyat doktoru’ değil, ‘sıhhiye memuru’yum. Yaraya ‘tentürdiyot’u dökerim. Önce acıtır, ama sonra fayda verir” diye cevap verirdi. Yapmadığı bir şeyi, fiiliyle yaşamadığı bir hayat tarzını vaazlarında tavsiye etmezdi.
Hocamız, aynı zamanda büyük bir hayırseverdi. Kur’ân kursunun yıllık odun ihtiyacı her yıl onun ormanından karşılanırdı. Kim isterse “yok” demek âdeti değildi. Başkasının olsa o ‘orman’ belki tükenirdi, ama Allah yolunda harcandığı için olsa gerek, orman arazileri daha gür olarak ayakta.
Aynı zamanda gerçek bir çevreciydi. Belki de 10 bine yakın meyve fidanı dikmiş ya da “aşı” yapmıştır. Çevre köylerde fidan dikmediği bir arazi, bir kapı yoktur desek abartmış olmayız.
Dehri Yusuf Okumuş Hocamız aynı zamanda vadimizin “müezzin”iydi. Dünyada benzeri olduğunu tahmin etmediğimiz bir şekilde, kurduğu ses sistemiyle evinin balkonundan okuduğu ezan-ı Muhammedîyi 6 ya da 7 köye ulaştırırdı. Belki de 40 yıl boyunca, köyde olduğu her gün, günde 5 vakit ezan okurdu... Düşünün vazifesi “ezan okumak” olan imam hatipler bile bunu yapmıyor!
Sadece kendi akrabaları ve yakınları değil, Senoz Vadisi de onu her zaman rahmetle yâd edecek inşaallah...
Yeni Asya