Mahrem kelimesinin sözlük anlamına baktığınızda küçük nüanslar dışında fark göremiyorsunuz. Genelde; ‘başkalarına söylenmeyen, gizli’ gibi anlamlara geliyor. Risale-i Nur içindeki kullanımlarında da benzer şeyler var: Her nerede bir ‘mahrem’ ifadesi geçiyorsa, hemen anlıyorsunuz ki; o mesele biraz özel/içsel bir meseledir. Her yerde bahsi uygun değildir. O meseledeki hakikate ulaşmak için metinlere belli bir yakınlığın -ve belki muhabbetin- hasıl olması gerekir. Yoksa yine doğru olur, fakat hikmetli olmaz. Ki belagat de hakikatin, muhatap ve zamanla uyumlu dile getirilmesidir.
Bugünlerde Barla Lahikası’ndaki “Mahrem bir suale cevaptır” bahsini okurken de bunlar aklımdaydı. Orada, ‘bir talebesinin’ sorusuna cevap veren Bediüzzaman da mektubunun başına bu kaydın düşülmesini istemişti.
Damağımda aynı lezzeti bıraktı cevap ve soru... Fakat mahrem kavramı üzerine düşününce, yeni soru işaretlerim oldu bu sefer. Öyle ya, ben şimdiye kadar bu mahrem kaydını devrin idaresinin sakıncalı gördüğü eserlerin ‘daha tedbirli’ bir şekilde ulaştırılması için konulan birşey olduğunu düşünüyordum. Yani her ne ki, mahremdi; bir zamanlar yasaklı/siyasi bir eserdi. (Örneğin: 5. Şua ve Kevser tefsiri...) Şimdi şartlar değişmiş, mahremiyetten eser kalmamıştı. Peki kayıtlar hâlâ neden duruyordu? Ve daha önemlisi: Böylesi siyasetle alakasız bahislerde neden bu kayıt vardı?
Biraz sonra, yaşadığım örneklerden hareketle şuna uyandım: Böylesi mahrem kaydı olan bahisler, ne zaman her sınıftan insanın dahil olduğu bir platformda konuşulsa; orada bir rekabet hissi uyanıyordu. Risale-i Nur’un böylesi bahisleri, biraz daha yakınlık gerektirdiği için, yeni tanışanlarla (veyahut tanıyan ama muhabbeti yeterli seviyeye gelmeyenlerle) konuşulsa, onların bir kısmında arıza yapıyordu. Hatta çokları Risaleleri sevdikleri halde bunların konuşulmasından sıkılıyorlardı. Gönüllerindeki mürşidin üstünde bir makamı Risalelere atfetmemiz, onları rahatsız ediyordu.
Burada bir yanlışı daha tanımladım: Bazı acemi ama samimi talebeler, Risale-i Nur’a daha çok talebe kazandırmak için uğraşırlarken; eğer karşılarındaki dinî arka plana sahip birisi ise, önce böylesi bahislerle tebliğe girişiyorlardı. Risale-i Nur’un faziletlerinin yüksekliğini, diğerlerini nasıl geride bıraktığını medar-ı bahis yaparak tebliğe başlıyorlardı. Bu yöntem, kalp kazanmaktan ziyade, kaybettiriyordu.
Mesela bu “Mahrem bir suale cevaptır” bahsi... Neredeyse bütün Hizmet Rehberleri’nde bulunan bu bahis, üzerindeki mahrem kaydı unutularak bir tebliğ aracı olarak kullanılıyordu. Ve belki çoklarda da aksi netice veriyordu. Risale-i Nur’u sevdirelim derken, soğutuyordu. Halbuki bizzat müellifinin kaydıyla bu, dairenin zaten içinde olanlara yapılan bir açıklamaydı. Dışarıdakilerle bu dille konuşmak doğru değildi. Hatırlarsak, böylesi bir amaçla yazdığı İhlas Risalesi’nde şöyle diyordu: “(...) kardeşlerinizi tenkit etmemek ve onların üstünde faziletfuruşluk nev’inden gıpta damarını tahrik etmemektir.”
Böylece, bu bahisten hareketle bir hatamı daha teşhis etmiş oldum. Risale-i Nur’u anlatmaya bizzat Risale-i Nur’un ‘diğerlerinden yüksekliğini’ konuşarak başlamak, diğerlerine muhabbeti olanlar için ciddi bir yaralamaydı. Apaçık bir şekilde gıpta damarını tahrikti. Mahrem, mahrem olanlarla konuşulmalıydı. Ve mahremin bir diğer manası da ‘en yakın insanlar dairesi’ demekti.