Hayrettin Karaman Hoca'nın 'İslâmcılığın muhtevası üzerinde yoğunlaşılması' uyarısı yerindedir. Yine Ali Bulaç, İslâmcılığın imkânları ve vaatleri üzerinde doludizgin yazmaya devam ediyor. Yasin Aktay'ın, Cumartesi günkü yazısı, İslâmcılık algısı, söylemi ve dili üzerine -Murat Güzel ve Aliye Çınar'ın Star'daki yazılarından sonra- yazılmış en güzel yazılardan biriydi.
Ömer Lekesiz'in yazıları, İslâmcılık tartışmasına bir ruh kattı. Ahmet Turan Alkan'ın ahlâk fikrini hatırlatması, iyi bir katkıydı.
Bu arada Zaman gazetesinde, dingin yazı, engin fikir diliyle, Türk basınında özgün bir yere sahip Ahmet Selim'in, İslâmcılık eleştirilerini nezih üslûbuyla tartışması, Mevlânâ'nın da, İmam-ı Rabbanî Hazretleri'nin de 'İslâmcı' olarak görülmesi gerektiğini vurgulayarak, İslâmcılık kavramının zedelenmemesine dikkat çekmesi önemliydi.
* * *
Bütün bu tartışmaları zikretmemin bir nedeni var elbette: İslâmcılık, İslâm'ın anlaşılması ve yaşanması sürecinde bir tefekkür çabasıdır öncelikle. Bu tespitimin, 'İslâmcılık, entelektüel bir çaba değildir' şeklinde bir tepkiyle karşılanacağını, (zihin konforuna sahip olma -elbette ki, haksız ve tutarsız- ithamına maruz kalan biri olarak) biliyorum.
Oysa 'fikrî çaba' ile 'entelektüel çaba' aynı şeyler değildir. Benzerlikleri vardır ama bambaşka şeylerdir. Entelektüel çaba, zihinle sınırlıdır ve hayatla irtibatı zayıf, soyut bir çabadır çoklukla.
İkincisi, entelektüel çaba, yalnızca 'akıl'la gerçekleştirilir. Çağdaş Batı düşüncesi bile, özellikle Kıta Avrupa'sı felsefesi, artık salt akılla düşünce üretilemeyeceğini, aslında aklın düşünmeyi öldüren bir 'aygıt' olduğunu itiraf etmiştir. Meselâ Heidegger, bu düşünürlerin başında gelir. Hatta Heidegger, düşünmeyi salt akla indirgeme çabasının öncüsü Socrates'le birlikte düşüncenin bittiğini bile söylemiştir. Bu nedenle, felsefenin bitişinin çoktan ilan edildiği bir çağda yaşıyor olduğumuzu unutmayalım.
* * *
Fikrî çaba ile entelektüel çaba'nın aynı şeylermiş gibi algılanması, İslâmî kesimlerde de çok yaygın bir yanılsamadır ve bu, köklü bir algılama sorununun yaşandığını gösterir. Ayrıca bu, bizim de, dünyaya, eşyaya, insana, hayata yalnızca Batılı kategorik / parçalı algılama biçimleriyle baktığımızın, çağın ağlarının ve bağlamlarının dışına çıkamadığımızın, yıkıcı bir çağ körleşmesi yaşadığımızın ama bunun henüz farkına bile varamadığımızın çarpıcı bir göstergesidir.
Düşünce, elbette ki, kategorilerle, tasnif, tefrik ve terkiplerle geliştirilir. Ama düşüncenin salt kategorilere, hayatınsa salt kategorik varolma biçimlerine indirgenmesi, düşünceyi de, düşünme faaliyetini de, hayatı da bitirir; bitirmiştir de nitekim.
* * *
Oysa gerçekte müslümanın dünyasındaki fikrî çaba, hayatın ayrılmaz bir parçasıdır. Dün gerçek buydu, bugün böyle değilse, yarın böyle olmalıdır ve olacaktır da: Çünkü fikriyattan yoksun bir hayat, sığ, derinliksiz ve ufuksuz; tatbikattan yoksun bir hayatsa, yoksul, meyvesiz ve ruhsuzdur.
Bu nedenle, hâl ilmi olan fıkıh'ın tarifi, bir tefekkür tarifidir aslında: İmam-ı Azam'ın, fıkh'ı, 'kişinin lehinde ve aleyhindeki şeyleri fehmetme / anlama çabası' olarak tarif etmesi, tefakkuh'la tefekkür, fikriyat'la tatbikat arasında kategorik bir ayırımın olamayacağının apaçık bir işaretidir.
İkinci olarak, tefekkür, Kitabımızın sarih ifadeyle, 'akleden kalb'in işidir. İslâm tefekkür hayatının öncüleri, Gazalî, Cürcânî, İbn Arabî gibi âlim, arif ve hakîm şahsiyetlerin tefekkür tarifleri ve tatbikatları da Kitabımızla paralel bir seyir izler: Tefekkür, öncelikle 'kalb'in fiilidir: Kalpsiz hayat düşünülebilir mi?
İşte bu nedenle, âlim, ârif ve hakîm şahsiyetleri hayatın tam kalbinden bakarlar dünyaya, eşyaya ve hayata.
Oysa entelektüel, hayatın kıyısına itilmiş, hayattan kendisini soyutlamış biridir; böyle bir figürün, kendi başına bir 'figür' olmanın ötesinde, hayata katabileceği bir derinlikten, bir ruhtan sözetmek ne kadar mümkündür, çalkantılı modern tarihe bakın, göreceksiniz.
* * *
Yüksek / asil düşünce, hayatı derinlemesine yaşayan ve tam kalbinden yakalayan düşüncedir: Eğer kategorik / parçalı zihin dünyasından kurtularak düşünebilirsek, en 'soyut' düşünce'nin aslında en 'somut'tan / en derûnî tecrübeden yola çıkılarak geliştirildiğini görmekte zorlanmayız.
Zâhirle bâtın, âfak'la enfüs arasında sürekli bir gidiş-geliş yolculuğu yapanlar, bu tür bir 'gerilim hattı'nda -Sezai Karakoç'un deyişiyle 'metafizik ürperti'yle- seyahat edenler, hayatımıza ruh üfleyen en derûnî ama en sade fikirlerin temellerini atabilmişlerdir: İbn Arabî, Yunus, Konfüçyüs, Mimar Sinan, Mevlânâ, hatta İmam İbn Teymiyye böyle biridir; yine Kierkegaard, Tao, Nietzsche, Gazalî, Bergson, Bediüzzaman gibi düşünürler, hayatı, kategorik / parçalı değil, bütüncül olarak kavrayan düşünürler oldukları için çağ aşan ve çağ açan önaçıcı şahsiyetler olabilmişlerdir.
* * *
İslâmcılığı, salt ideolojik / siyasî bir söyleme indirgeme çabası, İslâm'ın yükselişe geçişini önlemek amacıyla Batılıların son çeyrek asırda icat ettikleri ve dayattıkları, reddedilmesi gereken tehlikeli bir 'proje'dir. Gerçekte İslâmcılık, bütüncül bir tefekkür ve varoluş yolculuğu olarak doğmuştur ve bu özelliğini önümüzdeki süreçte yeniden kazanacaktır.
Özetle... İslâmcılık, bizim hem İslâm'la, hem dünyayla, hem de Batıyla nasıl ilişki kurduğumuzu ve aslında bu ilişkinin nasıl olması gerektiğini gösteren çok yönlü, bütüncül bir tefekkür, idrak ve varoluş yolculuğudur.
* * *
İslâmcılık, sunulmaya çalışıldığı -ve kısmen de olsa gözlendiği- gibi daraltıcı, 'boğucu' ve dışlayıcı değil, tıpkı İslâm'ın kendisi gibi, tıpkı bütün dinlere, medeniyetlere ve düşüncelere kapılarını açan, varolmalarını, yaşamalarını, kendi meyvelerini yeşertmelerini sağlayan tarihteki engin tecrübesi ve yansıması gibi, bütün peygamberî birikimi yeniden özümseyen, bütün sahici bilgelik, derinlikli düşünce, sanat ve hayat geleneklerine açık, onlarla teması teşvik edici, en iğreti ve yıkıcı sonuçlarını modernlikten sonraki süreçte gördüğümüz parçalı ve her şeyi parçalayıcı, savunma ya da yenilgi psikolojilerine prim vermeyen, bu psişe bozukluklarını aşabilecek, sözünü ettiğim anlamda hayatla tefekkürü birbirinden ayırmayan güçlü, köklü, bütüncül, herkesin, her geleneğin, her düşüncenin beslenebileceği derinlikte bir tefekkür ve varoluş yolculuğuna dönüşmeli, bunun yapı taşlarını döşeme, koridorlarını açma, yolculuğuna çıkma mücadelesi ve mücahedesi içinde olmalıdır.
İslâmcılık, zaten bu sürece çoktan girmiş durumdadır: Sadece Sezai Karakoç, Nurettin Topçu, Cemil Meriç, İsmet Özel, Nuri Pakdil, Rasim Özdenören'in, onların yetiştirdiği kuşakların, yeni düşünür, sanatçı örneklerinin varlığı ve ürünleri -bu ülkede- bile geleceğin gelmekte olduğunu gören gözlere göstermeye yeter, diye düşünüyorum...
* * *
Hayalî bir şeyden, ham hayal bir şeyden sözetmiyorum, gördüğünüz gibi. Ali Bulaç'ın bugünkü Zaman gazetesindeki yazısında da söylediği gibi, bugün, yüzyıl öncesine göre daha avantajlı durumdayız: Zaman zaman düşsek de, kendi ilkelerimizi hiçe sayacak ucuzculuklara ve ayartılara kapılsak da, bugün, düne göre, her bakımdan daha iyi bir yerdeyiz: Kaynaklarımızla doğrudan irtibat kurmaya, dünyayla ve kendimizle yüzleşmeye, hesaplaşmaya, özeleştirel düşünme biçimleri geliştirmeye çoktan başladık. Türkiye'de de, İslâm dünyasında da -henüz tanımasak da, değerlerini bilmesek de, gerekli değeri ve önemi veremesek de- yeni bir düşünür tipi yetişti.
Bu isimleri, burada teker teker saymamama gerek yok; önceki yazılarda yeri geldikçe çokça zikrettim ayrıca... Yukarıda zikrettiğim öncüler bile çok şey söylüyor olsa gerek...
Yine bugünkü Zaman gazetesinde Ahmet Turan Alkan'ın enfes bir şekilde özetlediği, bütün insanlık tarihine açılma, kendi tarih idrakimizi, gelecek tasavvurumuzu ve medeniyet fikrimizi geliştirme yönünde, henüz işin başında olsak da, emin adımlarla yürüyebileceğimiz tarihî ve zihnî, fikrî ve varoluşsal bir yolculuğa çıkabilecek muhkem bir zemine kavuşmak üzereyiz...
* * *
Hayal gördüğümü söyleyecekler, söyleyecek bir şeyleri olmayan, kendilerine güvenleri kalmayan, her şeyin bittiğini zanneden, her şeyi hâlâ Batı'dan bekleyen vurgun yemiş, metamorfoz yemiş, çağ körleşmesiyle malul, ödünç dünyalarda, ödünç akıllarla, ödünç dillerle, kötürüm zihinlerle sonsuza dek yaşayabileceğini vehmeden acınası insancıklardır sadece...
Kaldı ki, içinden geçtiğimiz ve insanı, hayatı ve hakikati paçavraya çeviren, ezip geçen kaotik ve katastrofik neo-liberal süreç; insanı estetize yöntemlerle ayartmasını iyi bilen, hakikati topyekûn anlamsızlaştıran ve hayatımızdan silen postmodern simülatif süreç; artık sığ bile olsa ses getiremeyecek, heyecan üretemeyecek siyasî düşünce akımları bile geliştiremeyecek kadar bencilleşen, vulgerleşen, bayağılaşan, bakış açılarımızı iptal eden, en temel insanî ve varoluşsal değerlerimizi imha eden, Japon, Çin, Hint ve Rus ruhunu kapitalizmle 'boğan' küresel, kapitalist, seküler ve neo-pagan süreç, aslında İslâmcılığın, bu anlamda çok yönlü tefekkür ve varoluş yolculuğuna gebe olduğunu bütün çıplaklığıyla gözler önüne seren münbit bir süreçtir.
Yeter ki, gören gözlere, akleden kalbe, işiten kulaklara, insanlığın, varlığın ve eşyanın, hakikati çağıran, hakikate çağıran örtük sesine, derûnî çığlığına ve isyanına pergellerimizi ve duyargalarımızı açmasını bilelim, vesselam...
Yeni Şafak