[Aşağıda okuyacağınız yazı bundan 16 yıl önce Yeni Yüzyıl Gazetesi’nde yayınlanmış olan makalemdir (7 Nisan 1996). Son haftalarda artan İslamcılık tartışmaları ve son dönemdeki tecrübeler ışığında tekrar bulup okudum. İslamcılık konusundaki eski neşriyatımın ilki olan bu makale vesilesiyle Bediüzzaman’ın “ceridelerde neşrettiğim umum makalatımdaki umum hakaika nihayet derecede musırrım” sözünü tahattur ile yazıyı sizlerle paylaşıyorum.]
Bazı Müslümanların kendi tasarrufları dışında dönüşen dünyaya “karşı” takındıkları bir tavır olarak İslamcılık “bağımlı” bir harekettir. Ortaya çıktığı dönem itibariyle modern bir olaydır. Bu modernlik ona bir hayli nitelik kazandırmaktadır. İslam ilk kez bir ideolojiye dönüşmüştür. Ve İslamcılığın okunabileceği en iyi adres, kuşkusuz, İslamcı aydınlardır. İslamcı aydınların ortak bir tarafı varsa bu, onların, yanında yeraldıkları şey değil, karşısında oldukları şeydir.
Bu anlamda İslamcılık, kendi dışına olan nispetiyle tanımlanabilecek bir şeydir. İslamcılığın modern bir ideoloji olması onun modernite bağımlı olmasından kaynaklanmaktadır. İslamcılık politikadan, düşünce hayatına kadar çok değişik alanlarda ifade edilmektedir.
Düşünce hayatında İslamı temsil eden aydınlar sonuçta reddetmek üzere olsa bile evvela modern bir kültürü edinmişlerdir. Ne olduklarını ya da ne olmaları gerektiğini değil, ne olmadıklarını ve ne olmamaları lazım geldiğini bilirler. Konjonktürü eleştiriyor olmaları, onları zanlarının aksine olarak konjonktürün dışına değil tam da ortasına koymaktadır. Postmodernizmin ağırlıklı etkisi ile anti-bilimciliğin bulduğu rağbet bu yüzdendir. Kısacası, İslamcılık tepkisel bir harekettir ve onu doğuran etkiden bağımsız değildir.
Esasen, İslamcılık kavramını daha iyi karşılayan kavram “Müslümancılık”tır. Herkesin bir şeyler pazarladığı bir ortamda elini cebine atıp bulduğu bir kimliği pazarlamak isteyen insanın durumu sözkonusudur. İslamcı aydınlara, “Müslüman oryantalist” benzetmesini yapmanın çok fazla haksızlık olmayacağını tahmin ediyorum. İslamcılar da tıpkı oryantalistler gibi İslamı anlamaya çalışırlar. İslamı anlamada kullanacakları sermayeleri maalesef bir oryantalistinkinden pek de farklı olmadığı için bir hayli yabancı bir sermayedir. Ve İslamcılık yabancı sermayeyle gerçekleştirilmiş bir Müslüman girişimi olarak karşımıza çıkmaktadır.
İslamcıların görüşleri, en az başka ideolojilerin savunucularının görüşleri kadar politik ve sebeplere güç atfedicidir. İslamcıların İslamı kavrayışları bu yüzden bir oryantalistin İslamı kavrayışından farklı değildir. Aradaki yegane fark İslamcıların Müslüman olmalarıdır. Kaldı ki İslamcı olmak için Müslüman olmak da şart değildir. Çünkü İslamcılık bir ideoloji olması hasebiyle “tarafgirlik” kriterini kullanır.
Sözgelimi evvelce Marksist bir insanın sonradan ihtida ederek İslamist olması oldukça kolaydır. Ve çok köklü bir dönüşüm gerektirmemektedir. Sadece daha önce uğruna vuruşulan şey yerine bu kez başka bir şey (İslam) konulacak ve onun adına vuruşulacaktır. Hiç kimse de kalkıp herşeyin uğruna vuruşulan şeyle bitmediğini, belki de asıl olanın “uğruna ama nasıl” vuruşulduğu sorusu olduğunu söylemeyecektir. Böylelikle İslamcılık sürekli dönüşecek ve dönüştükçe de yabancılaşacaktır.
Yeşil boyalı alternatifler
Bu yüzden modern dünyada vurgusu çokça yapılan kurum ve biçimler, İslamcılığın içinde ama “yerli” olarak karşılıklar bulacaklardır. Yeşil boyalı alternatiflerin oluşturduğu proje İslamcıların elinde dışarıya “İslam” olarak sunulacaktır.
Elinde içi boş bir kimlikten başka birşey olmayan bir insanın, kendini “mevcut” ifade yollarıyla ortaya koyması söz konusudur. İslamcıların siyasal İslam vurguları büyük oranda dünyevi ve modern ideolojilerin devlet-merkezli düşünce ve iktidarı hedefleyici pozisyon almalarının İslamcı Müslümanlara verdiği renkten, yansımadan başka birşey değildir. Rasyonalizme, güce, sebeplere, milliyetçiliğe dayalı modern (ideolojik) projeler kendilerine, kimliği ve dolayısıyla “tarafçılığı” dışında düşünme biçimi itibariyle kendine özgü çok az şeyi bulunan İslamcılığın içinde yeşil renkli karşılıklar bulacaklardır. Böylelikle İslamcılar, kendilerine sürekli düşmanlar bulma hastalığına duçar olacak, ümmet kavramı milletin bir el büyüğü olacak, neticede insanlar milliyetçilik benzeri bir durumla karşı karşıya kalacaklardır. Afrika gibi kimi yerlerde milliyetçilik ile İslamcılığın çakışarak benzeşmeleri sonuçta İslamı bir Üçüncü Dünya ideolojisi düzeyine çekecektir.
Allah’a inandığı için Müslüman olanlardan çok, Müslüman olduğu için Allah’a inanan; Hz. Ali’nin aksine, yüzüne tüküren kafire, kafirliği apaçık olduğuna göre kemal-i rahatla kılıç sallayan; panellerde, yazılarda İslam pazarlayan ama hususi dünyasında ubudiyete zorlukla rastlanan insanlar maalesef böyle bir zeminin ürünleridir.
Tepkisel olmakla ve kendisi dışındakilerle birlikte varolabilmekle, İslamcılık sonuçta savunduğu şeyle değil onu “savunuş”la bitecektir. Zihni işleyişi itibariyle içinde mücadele ettiği ligin onlarca takımından biri olacak ama onlardan farklı bir oyun oynamayacaktır.
Taraftarların bütün fanatizm ve renk tutkuları ise takım tutar gibi İslam tutan İslamcılığı bir takım olmaktan kurtarmayacaktır. Ve bütün tarafgirlikler gibi İslamcılık da tarafını tuttuğu şeyi koflaştıracak, sunduğu şey, sunmak istediği şeyden çok farklı olacaktır.