İnsanlar meçhul olanı daha çok sever.
Meçhul olan daha çok dikkat çeker.
Korkulacak bir şeyse de daha çok korkar.
Sevilecek şeyse de daha çok sever…
Çünkü her fert o meçhulü kendi hayalindeki güzele benzetir.
Yahut ta korktuğu canavara…
Dolayısıyla meçhul olan şey hiçbir şeye benzemeyen şeydir.
Zaten bir şeye benzedi mi meçhullüğü ortadan kalkar.
Efsunkârlığı ortadan kalkar.
Tesiri ortadan kalkar.
Onun içindir ki şair:
“Boş kalsaydı şu gönlüm.
Keşke hiç görmeseydim
Kalbimin sahibini
Ömrümce arasaydım.” demiş.
Onun için Mecnun Leyla için çöle düşerken…
Yaka paçayı yırtarken…
Karşısına Leyla’yı çıkardıklarında;
Leyla’yı şöyle bir süzmüş.
Seyretmiş.
Sonra iç âlemine hayalindeki Leyla’yı düşünmüş.
Ve:
“Bu benim Leyla’m değildir” deyip tekrar çöllere düşmüş.
***
Bizim manevi âlemlerimizin “meçhul askeri” gibi olsun.
Savaşın en boğucu anında ortaya çıksın düşmanı çil yavrusu gibi dağıtsın.
Her kültürün meçhul bir kahramanı vardır.
Bizim camianın da meçhul kahramanı “sarıklı genç” olsun.
Bence biz onu hep bekleyelim.
Bence bir kalıp olsun her çağın her zamanın kahramanına o sarığı takalım.
Hiç kimse de ona talip olmasın.
İşte o zaman bir yerine yüzlerce “sarıklı genç”imiz olur.
Yüzlerce kahramanımız olur.
İşte o zaman Sungur ağabey de bir sarıklı genç olur, Mehmet Kayalar ağabey de bir sarıklı genç olur ve hakeza…
Bu silsile devam eder gider.
Zaten amaç da bu değimlidir ki; kaynaklarda “kesin budur” denilmemiş.
***
Evet, “sarıklı genç” bir kalıp olsun.
Bir kalıp olsun ki, o kalıba uyan herkes bir kahraman olsun.
Gönülleri fethetsin.
Ve düşmanın kalbine korku salsın…
Bırakında bir şahsı manevi olsun.
Her yerde her zamanda karşımıza çıkabilsin.
Tıpkı Hac'da karşılaştığım gençler gibi…
Çünkü orda harika bir duygu yaşamıştım.
En az 6 milyon insanın Kâbe’nin etrafında dolaştığı bayramın birinci günüydü.
Bütün hacılar tavafını yapmak için zorunlu olarak birbiriyle yarışıyordu.
Kıyasıya bir mahşer yaşanıyordu.
Evet, 6 milyon insan bir mekânda…
Ve işte o gün belki akşama kadar birkaç genç dikkatimi çekmişti.
İhramın içinde öyle bir duruşları vardı ki sanki Hudeybiye antlaşmasında bir sene sonraki Resulullah’la (asm) gelen Sahabeleri andırıyorlardı.
Sanki ya Muhacirdiler ya da Ensardılar.
Utanmasaydım gidip boyunlarına sarılacaktım.
O kadar insanların içinde gönlüm onlara düşmüştü.
Bir insan bu çağda ancak o kadar kendisini sahabeler benzetebilirdi.
Yahut da ancak o kadar benzeyebilirlerdi.
Kendi kendime; “Burası Mekke’dir, burası Arabistan’dır. Kim bilir belki de onların torunlarıdırlar” deyip arkalarında baka kalmıştım.
Oysa asıl sürprizi akşam yaşayacaktım.
Akşam Mekke’de ki nur dershanesine gittim.
Mekke’de Risale-i Nurları dinlemek bir başka âlemdir çünkü…
Onun için fırsat buldukça oraya giderdim.
İşte o gece de derse gitmiştim.
Birde ne göreyim.
O akşama kadar gözlerimin arkasında baka kaldığı gençlerin hepsi ordaydı.
Gözlerim yaşla dolmuştu.
“Yahu onlar nur talebesiymiş be“ dedim kendi kendime.
Sonra ne iş yaptıklarını çaktırmadan sordum.
Meğer her birisi Türkiye’de farklı illerin vakıflarıymışlar.
Şimdi soruyorum size onların her birisi bir sarıklı genç değil midir?