Mustafa Kemal, Meclis’te okuduğu “Nutuk”ta, “Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler ve müritler memleketi olamaz” diyordu.
Cemaat ve tarikat gibi yapıları kabullenmeyen bu söylem, kutsalı dışlayan seküler toplum tasavvurunun ifşasıydı.
Halbuki kısa süre önce yaşanan Kurtuluş Savaşı, bu yapılarla omuz omuza, birlikte kazanılmıştı.
Milli Mücadele sonunda, kendilerine ihtiyaç kalmadığına inanılan cemaatler, oluşturulan “Takrir-i Sükun” ortamında cebren toplum dışına itildiler.
Toplum vicdanı, inanç ve değerlere gösterilen bu vefasızlığı hiç hazmetmedi.
Toplumun büyük çoğunluğunun manevi sığınağı olan cemaatler, erken Cumhuriyetten etkili bir tırpan yemiş olmalarına rağmen, yapısal kimliklerine yakışan bir vakar içinde oldular. Bedeli ne olursa olsun, ihlas ve istiğna ile toplum maneviyatını yükseltme inancını, bir çoğu muvakkaten sinseler de hiç kaybetmediler.
Baskı ve yasaklarla geçen çeyrek asır sonunda, dini kimliği örselenmiş toplum, manevi hizmetlere şiddetle muhtaç hale gelmişti. Ülke genelinde, cenaze hizmetlerinde bile acze düşüldüğü düşünülürse, cemaat–tarikat husumetiyle çıkılan yolda, manevi tahribatın hangi vehamet boyutlarına geldiği kolaylıkla görülecektir.
Devrim Kanunlarını kalkan yapan yasaklara ve irtica yaygaralarına rağmen, 2. Dünya savaşı sonrası başlayan çoğulcu politik ortam, din ve vicdan özgürlüğünü garanti etmek zorundaydı. Özgürlük katkılı bu yeni süreç, cemaatler bakımından yeni ve hayati bir dönemin başlaması demekti.
Manevi hizmetlere tanınan bu özgürlük sayesinde, ihmal edilmiş din eğitimi, kamu tarafından olduğu kadar özel kesimde cemaatler eliyle de karşılanmaya başlandı.
Ne var ki, çoğulcu ve özgürlükçü ortam, dini eğitime fırsat verdiği kadar, bazıları için, politik alandan güç ve rant devşirme zaafını da tetikledi. Zaman içinde istismar fırsatçıları türedi.
Manevi hizmet ve ihtiyaçlar için var olması gereken cemaatlerden bazıları, hastane, banka, sigorta, eğitim, basın–yayın başta olmak üzere, sanayi ve ticarette, ahlaki ve manevi kaygı taşımayan bir ilkesizlik yarışına girdiler. Bu alanda yaşanan istismar ve masum vatandaşa verilen zararlar, milyar dolarlarla ifade edilecek boyutlara ulaştı. Kimisi, sonunda işi, yanmayan kefen pazarlama rezaletine kadar götürdü.
Cemaat adıyla yapılanların özellikle FETÖ tarafından, sadece istismar planında bırakılmadığı, bürokrasideki, hakim, savcı, polis ve diğer kamu görevlileri tarafından, “himmet kılıflı” tehdit ve şantajla soyguna dönüştürüldüğü, insanların iflas ettirilip, batırıldığı her geçen gün daha da açıklık kazanıyor. Başkalarına yolsuz, hırsız diye yüklenenlerin, aynı hırsızlık ve yolsuzlukları, “cemaat” adına profesyonelce yaptıkları anlaşılıyor.
Kim ve kimler yapmış olursa olsun, cemaat kimliği altında sergilenen bu istismar ve zaafların sorgulanması gerekir. Hatta sorgulamanın ötesinde, müeyyidenin konusu olması gerekenler hakkında da gereken yapılmalıdır. “Bağırsak temizliği”nde mevzi temizlik olmaz.
Yüzbinlerce masumun tasarruflarını alıp çar-çur etmek, ticaretin gereği olmadığı gibi, cemaat olmanın gereği de değildir. İnsanları dinden ve dindarlıktan soğutan bu sonuçların vebali, hala birilerinin omuzundadır. Bu menfi sonuçlara, “tedbir ve çözüm üretmek mevkiinde olanlar da” bir o kadar maddi-manevi sorumluluk altındadır. Adaletin teklediği önemli yerlerden birisi de burasıdır.
Bu yaşananlara rağmen cemaatler, kendi içinde özeleştiri yapma ihtiyacını, nedense pek duymadılar. Ulvi bir gaye için çalışıyor olma duygusu, cemaatlerde istismarların adeta meşruluk kalkanına dönüşüyor. Din istismarına dönüşen bu çarpıklıkların bir müeyyidesi mutlaka olmalıdır. Çünkü bu istismarcı hareketler, cemaat kavramını, toplum nezdinde onulmaz bir güven tahribine maruz bırakıyor. Oluşan bu itibar hasarını, nasıl tamir edeceğimiz konusu cevabını bekliyor.
Dünyevi alanla “istikametli” bir ilişki kurmada, cemaatlerin duracakları yeri, artık bilmeleri gerekiyor. Cemaatler, Yunus Emre’nin, “hamdım, yandım, piştim” dediği, “kemalat-ı insaniye”ye yükselmenin tekamül menzilleridir. Bu sonuca, ticari fırıldak çevirmekle değil, ancak, “tahkik-i iman” hedefli tebliğ ve irşatla varılır.
Cemaatler, münferit kötü örnekler esas alınarak örselenecek ve tüketilecek yapılar değildir.
Tevhid şuurunu taşımakla görevli cemaat kurumunu, itibarsızlaştırma ve etkisiz kılma arayışının, siyasi, kültürel ve özellikle sosyolojide karşılığı yoktur.
Cemaatlerin oluşturduğu “şahs-ı manevi” toplum dokusunun, “en metin nokta-i istinadıdır” ve sarsılmaz güvencesidir.
Yaşadığımız 15 Temmuz’un faili, her ne kadar cemaat görünümlü bir yapı olsa bile, bu isyanı bertaraf etmede, meşru otoriteden yana olan bütün cemaatlerin rolünü inkar etmek, tek kelimeyle nankörlük olur.
Menfi ve münferit örnekleri öne çıkararak, cemaat yapılarının horlandığı dönemlere dönme özlemine itibar edilemez. Çağın çoğulcu siyasi yapılarına güç katan kurumlar, NGO adıyla sivil toplum kuruluşlarıdır. Cemaatler, bizim toplum dokumuzda, bu anlamda en belirleyici kurumlardır. Korunmaları, bu açıdan da zaruridir.
Cemaatler konusunda, baskıcı dönem uygulamalarına dönmenin ve öykünmenin değil, bu yapıyı amacına uygun güçlendirmek için çalışmanın zamanıdır.