Büyük eserler büyük zulümlerden doğmuştur, bu bir hem ruhi hem de fiziki bir hakikat. Toprağa girmeye nazlanan buğday tanesi geleceğini mahveder. Güneşle, havayla, su ile buluşup rüzgarın hemhemeleriyle salınıp, geleceğinin harika günlerine el sallar. Sonra kesilip, harmanda başağa, taneye dönüşür. Arkasından değirmene gider, un olur. Sonra sofralarımıza ekmek, pasta daha neler neler olarak döner ve insan bedeninde onun bütün kainatı hayret ve tahayyürle seyreden gözlerinde ona güç olur. Kendi kendine der o toprağın altına girip o dar yerde kalmaya tahammül etmeseydin koca kainatın enmuzeci olan bir insanın vücudunda cüz olamazdın. Biçare baş şimdi derecesine göre bilsin bilmesin insanın en büyük eylemi olan hayret ve tahayyürü gerçekleştirmek için bir yer edinmişsin kutlarım seni.
Adamın biri "kaybettim" diye bağırıyormuş. Birisi ona "ne kaybettin" dyie sorunca "hayretimi kaybettim" demiş. Pagan dönemlerinde Mısır piramitlerini gören insanlar secdeye kapanırlarmış, eserin büyüklüğü onların küçük ruhlarında secdeye inkılap edermiş. Öğe ne olursa olsun ama tavır insanın değişmez tavrı. Kendini aşan büyüklükler karşısında secdeye kapanmak.
Allah Resulü (asm) İslamın ilk dönemlerinde bir gün Kabe’nin etrafında eşi ile secde ederlermiş, görenlerden hayret edenler olmuş bunlar ne yapıyorlar diye. Bir gün de Hz. Ali görmüş onların birlikte secde ettiklerini o da bir mana verememiş. Peygamberimize (Asm) sormuş. O da (asm) "bir mabudun azameti karşısında kendi tavrımızı ona secde etmekle ortaya koyuyoruz Ya Ali. Bu Müslümanların bir ibadeti, sen de gel yap" demiş. Hz. Ali, "babama sorayım" demiş. Sonra giderken birden geri dönmüş, "yaratılırken babama sorulmadı ki" demiş. İlk defa karşılaştığı secde ile secde etmenin azametini farketmiş.
İşte biz de alışılmış hareketlerle Allah’a sunduğumuz ibadetimizin her yanı hayret ile dolu. Fatiha İslamın kapısı, namaz o kapının serlevhası, Kur’an namazın bu harika serlevhası ile açılıyor. İslamın azametli dünyasına fatiha ile giriliyor, namaz fatiha ile bir mavera keşfine dönüşüyor. İnsan, namaz ve fatiha üçü birlikte. Bunu anlatmaya kırık dökük kelimelerimiz yetmez.
Onu Bediüzzaman Dokuzuncu sözde anlatır.
“İbadetin mânâsı şudur ki: Dergâh-ı İlâhîde abd kendi kusurunu ve acz ve fakrını görüp kemâl-i Rububiyetin ve kudret-i Samedâniyenin ve rahmet-i İlâhiyenin önünde hayret ve muhabbetle secde etmektir. Yani, Rububiyetin saltanatı, nasıl ki ubûdiyeti ve itaati ister. Rububiyetin kudsiyeti, paklığı dahi ister ki, abd, kendi kusurunu görüp, istiğfar ile ve Rabbini bütün nekaisten pak ve müberra ve ehl-i dalâletin efkâr-ı batılasından münezzehve muallâ ve kâinatın bütün kusurâtından mukaddes ve muarra olduğunu, tesbihile, Sübhanallah ile ilân etsin. Hem de Rububiyetin kemâl-i kudreti dahi ister ki, abd, kendi zaafını ve mahlûkatın aczini görmekle, kudret-i Samedâniyenin azamet-i âsârına karşı istihsan ve hayret içinde Allahu ekber deyip, huzû ile rükûa gidip, Ona iltica ve tevekkül etsin.”
Hayretin nedenleri anlatılır. Kemal-i Rububiyet, kudret-i samedaniye, rahmet-i ilahiye. Kemal-i Rububiyet bir resim, bir tablo, bir durum, bir vaziyet. Tabloyu daha net olarak Ayet'ül Kübra’da ortaya koyar, adeta bir tablo çizimi, resim çizimi gibi rububiyet, kainattaki terbiye faaliyetini Rab isminin tezahürü olarak anlatır.
“Rububiyet-i mutlakadır. Evet, bütün kâinatta, hususan zîhayatlarda ve bilhassa terbiye ve iaşelerinde, her tarafta aynı tarzda ve umulmadık bir surette, beraber ve birbiri içinde, hakîmâne, rahîmâne, bir dest-i gaybî tarafından olan bir tasarruf-u âmm, elbette bir rububiyet-i mutlakanın tereşşuhudur ve ziyasıdır. Ve tahakkukuna bir bürhan-ı kat’îdir. Madem bir rubûbiyet-i mutlaka vardır; elbette şirk ve iştirakı kabul etmez. Çünkü, o rububiyetin, kendi cemâlini izhar ve kemâlâtını ilân ve kıymetli san’atlarınıteşhir ve gizli hünerlerini göstermek gibi en mühim maksat ve gayeleri, cüz’iyatta ve zîhayatta temerküz ve içtimâ ettiğinden, en cüz’î birşeye ve en küçük bir zîhayata kendi başıyla müdahale eden bir şirk, o gayeleri bozar ve o maksatları harap eder. Ve zîşuurun yüzlerini o gayelerden ve o gayeleri irade edenden çevirip esbaba saldığından ve bu vaziyet rububiyetin mahiyetine bütün bütün muhalif ve adâvet olduğundan, elbette böyle bir rubûbiyet-i mutlaka, hiçbir cihetle şirke müsaade etmez. Kur’ân’ın kesretli takdisatı ve tesbihatı ve âyâtı ve kelimatı, belki hurufatı ve hey’âtıyla mütemâdiyen tevhide irşadatı bu büyük sırdan ileri gelmiştir.”
Mutlak bir terbiye faaliyeti var. Ne demek mutlak yani sınırsız, sınırları ihata edilemeyen, yani kendi ifadesiyle bütün kainatta görülen bir terbiye faaliyeti. Bahis hususileşir hususan zihayatlarda, özellikle canlılarda, fiilin adı ne terbiye ve iaşe.
Buharı buluta dönüştürüyor, içine yağmurun, suyun faydalı terkibini yüklüyor. Onu yavaş yavaş bir itfaiye neferi gibi yere indirip canlıların ihtiyaçlarına cevap veriyor. Nebatat ve hayvanat ondan istifade ediyor, bir koyun hiçbir eksiği yok çıka geliyor süt vermek için. Yahu sen nereden bu kadar eksiksiz, tam süt verecek şekilde, itaatkar, munis, sevimli halde buraya geldin? Efendim, Allah’ın rububiyet mektebinde ben de anlamadığım şekilde terbiye edildim, size bir zararım dokunmaz otumu yer yaylalarda dolaşır, sütümü hazırlar Mutfak-ı Rabbani. Evime, ağılıma gelirim, insanlar beni sağar sonra yatağıma gönderir, nasıl iyi terbiye edilmişim miyim? Koyunu dinleyen yaşlı nine ağladı ve "doğru seni bize Rabbimiz terbiye edip göndermiş, bak namaz vakti geldi sen şöyle dur ben bana edilen bu nimetlere bir hürmet ve hayret olsun diye secde edeyim" dedi. Koyun ne güzel, hadi secde et benim Rabbime benim yerime de.
Koyun meleyince Sırrı-i Sakati yere düşmüş, çoban demiş "ne oldu." "Efendim, senin beni anlaman için şu kadar yıl otla samanı karıştırıp yemen lazım" demiş. İşte benim de ağlayarak yazdığım bu tablo, işte hayretimi kaybettimğiin anlamı bu, kaybettik hayretin anlamını.
Sırrı-i Sakati hazretleri tablonun karşısında şaşırmış, iradesi çözülmüş oraya yığılmış. Ya ne yapsın yani. Böyle bir seyire can kurban. Sanatın kaynağı da şaşırmak. Hayret etmek. İngilizler astonişment diyor. Bazı büyük sanatçılar adeta şaşırmak ve şaşırtmak için dünyaya gelmişler. Bizde de Nesimi böyle bir adam.
"Hayret dünya nasıl dönüyor hala
Hayret güneş nasıl parlıyor hala." diyor bir şarkıcı. Niyeti ne olursa olsun dünya ve güneşe farklı bakmış.
Sanat lügatinde şaşırmayı anlatıyor bir yazar. Derin bir yazar siyasetin üstüne çıkıp kavramları canlı tutabilmiş. Politize edilmiş din ve sanat ve tarih ve edebiyat canı yok, kendi haline bıkakılmamış her tavrı bir şeye alet. Tatsız. Duymak duymak içindir, hissetmek hissetmek içindir, hissetmenin gayesi hissetmenin kendisidir. İhlas ile sanat bağlantılı. İhlas ibadeti ibadet olduğu için yapmak, cennet için yaparsan büyüsü gider. Hayretin, şaşkınlığın büyüsü hayretin kendisidir o anda hissettiğindir. Şaşırmanın Fransızcası etonnement, Almancası vervunderung İngilizcesi astonismenth.
Ruhsal sarsıntı, olağan dışı bir durum karşısında duyulan değişiklik duygusu. Sanat Elhamdülillahi rabbilalemin dediğin anda Rabbin rububiyetini bütün kainatı ihata eden, sonsuz varlıkların terbiyesini nazara getirip o terbiyenin O'na ve sana dönüş yönünü şaşkınca hissedip birden yere kapanmak. Cenab-ı Allah ve Peygamber batının sanata yüklediği bu anlamı nasıl günde beş vakte yüklemiş. Suhrevari ibadette bu anlamlar nerden hissedilsin? Errahmanirrahim içindeki azameti hayal edip yine secdeye gitmek. Fatihanın içine öyle azamet yüklü ki kul dayanamayıp yere kapanıyor.
Goethe'nin Roma’yı gördüğünde duyduğu hayret de bu kabilden. Bediüzzaman "ben buraların seyrini yüz sinema, tiyatroya değişmem" dermiş. Onun ruhundaki şaşkınlığın hazzı işte bunun kaynağı. Bediüzzaman "bu siyasetin tesiri bitse ancak o zaman Nurların azameti görünür" demiş. Biz ise siyasetin mütemmimi mi yoksa seyircisi mi yoksa birilerinin yalakası mıyız? Ama tek kurtarıcı yönü ülkenin menfaatini düşünmek yoksa bize göre değil bir tavrı siyasi. Üstadımız öyle demiş bize ne demek düşer.
İslam dini özellikle tasavvuf ve ibadet tamamen sanat ama bunu hissetmek çok derin tahüssüsleri gerektirir. Siyasete vaktimiz yok.
Fatih, Kumkapı'da bir büyük velinin ziyaretine gitmiş, veziri ile. Veli ziyareti kabul etmemiş, padişah geri dönmüş. Vezir "Efendim sizi kabul etmedi, onun asılması gerekir" deyince, "Vezir, hikmete siyaset, hiddet karıştırma" demiş. Veliye de Naibi demiş "efendim gelen padişahtı değil mi, neden kabul etmediniz." "Naib, ben eğer onu kabul etsem gelir, debdebe ile bir iki kese altın bırakır, bizde onu uğurlarız, o para bizim lahuti yaşamımızı bozar, sonra bir de iade-i ziyaret hediyeler falan filan bizim kıvamımızı bozar bu tür ziyaretler." Naib, "Dogru efendim" der.
Padişah bir velinin ziyaretine gelmesini çok istemiş, veli hep kaçmış. Bahaneler üretmiş. Bir gün saraya yakın geçiyormuş, adam göndermiş padişah “Efendim buyurun, kadem-i şerifiniz mevki-i fakiri tezyin etsin.” O da padişahın adamına “Yıllırdır meşrebim ümeradan uzak olmak böyle geldim bu güne şimdi bu büyük istiğnamı bozamam padişahına söyle" demiş.
Lügatteki şaşmayı anlatalım. Beklenmedik bir olayın uyandırdığı ruhsal tepki. Alışılmadık bir durum özellikle birden bire karşılaştığımızda bizde şaşırma duygusu meydana getirir. Her görüntü bizde az çok yoğun bir şaşırma duygusu doğurur. Sanatçı insan etkinliğinin tabiatında bu şaşırma duygusu vardır. “Her gün yeni olsun gördüğün bilge kişi her şeye şaşan kişidir.” Andre Gide demiş bunu o da büyük bir sanatçı. Bediüzzaman’a benzediği çok yön var. Bütün büyüklerin ortak caddeleri var, hep orda yürümüşler o caddeye bir giremedik, hem mahalle aralarında yürüyoruz.
Aristoteles Metafizik -1 kitabında felsefenin meraktan doğduğunu söyler. Aslında din de meraktan doğmuş, din felsefe ama vahdetin kıyısındaki felsefe/anlatırken “Gerçekte bugün olduğu gibi ilk filozofları felsefi kurgulara iten şaşmadır” der.
Bediüzzaman “Bir zaman iki adam uyandıklarında bakmışlar ki başka bir aleme götürülmüşler” der. Ondan sonra herşey farklıdır. O hayret perdesini hissettirmek için böyle bir giriş yapmış.
Gaston Bachelard’a göre “İlmi kültür için oldukça yararlı olan şaşma ferdi kalmayacaktır. Ona göre bir konuda şaşkınlığa uğrayan kişi şaşkınlığını başkasına yansıtmak ister. Böylece insan hayret ile kendini eğitir. Karşılıklı eğitim birbirinde hayret ve şaşma duygusu oluşturmaktır." Spinoza Hayret ile ilgili şöyle söyler. “Hiç uzun kuyruklu koyun görmemiş olan kişi uzun kuyruklu Fas koyunlarını görünce şaşıracaktır. Anlatırlar kendi tarlası dışında bir tarla görmemiş bir köylü ineği kaybolunca onu uzaklarda aramak zorunda kalır. Ve kendi tarlası dışında çok tarlaların olduğunu görünce şayar. Bayburt’ta Yusuf Abi vardı, ana ile İstanbul’a gitmişler, denizi görünce “Ola Yusuf bu beni büyük Coruğ" demiş gariban. "Ana bu deniz Coruh değil" demiş.
Bitlis’in bir köyünde doğmuş bir insan ne kadar sanatın evrensel kavram ve duygularıyla yaşamış. Şaşma sırası bizde. Bir de başkaları şaşsa. Mal var pazar-cı yok.
Neylersin.
Başka şeyi yazmayı düşündüm biraz hayreti anlattım, Rububiyetin kıyısından geçtim, bakalım Allah ömür versin.