Üçüncü Hakikat’ın ilk paragrafından sonra aynı hakikatin başka bir perspektiften izahı yapılır. ”Evet gayet çokluk ile çabukluk, hem gayet sanatkarane ve mahirane ve dikkat ve intizam ile gayet kolay ve rahatça, hem gayet mebzuliyet ve karışıklık içinde gayet kıymetli ve farikalı olarak bulaşmadan ve bulaştırmadan ve bulandırmadan yapmak, ancak ve ancak birtek vahid zatın öyle bir kudretiyle olabilir ki: O Kudrete hiçbir şey ağır gelmez.”
Tezat yaratılışın devamı sağlayan bir kavramdır. İnsanlar tezatlar karşısında şaşırırlar ama Allah tezatlar ile hayatı devam ettirir. Sıcak ile soğuk, ölüm ile hayat birbirine düşmandır. Ama insan sıcak ile soğuğun arasında ilahi bir sağlama ile yaşar. Nasıl yaşar bunu insan da bilemez. Allah’ın soğuk ile sıcağı insan hayatının devam ettirecek bir dengede birbiri içinde yaratması ve devam ettirmesi rüzgarları, bulutları, karı, buzu ve soğuğu, sıcak ile birlikte ona has bir harmanlama ile nisbetlerini bizim bilmediğimiz, kavrayamadığımız şekilde ilişkide bulundurması ile mümkündür.
Mevsimler, mesela bahar, yaz, sonbahar ve kış sıcak ve soğuğun harmanlanmasından doğmuştur. Kışta üşürüz kapanırız, yazda ince elbiseler giyeriz. Demek üşümemiz de hayat için gerekli ısınmamız da. Ama aralarında bir denge vardır ve o denge dahilinde bizi etkilerler. İki dengeyi sağlayamadık mı vücut hasta olur.
Ya ölüm ile hayat, baharda hayata merhaba diyen çiçekler, ağaçlar, yapraklar… Biraz sonra meyveler bize ümit ve yaşama aşkı verirler. Allah güllerin tebessümü ile bize maveradan güler. Güller sahibi kainatın perdeler ardından bize olan sevgisini ifade eder. Bu yüzden Cenabı Nebi gülü öper ve “sen Allah’ın şevketisin“ der. Onunla ilahi bir mektup okur ve mektup sahibine onu öperek mukabele eder. Ne kibar bir Peygamber. Kendisi de gül ya.
Fuzuli’nin Su kasidesinde;
“Suya versin bağban gülzarı zahmet çekmesin
Bir gül açılmaz yüzün teg verse bir gülzare su” der.
Ne imaj değil mi? Bağban Allah, kainat ise gül bahçesi ama güllerin şahı, padişahı gülü Muhammedi. Bağban bahçede güllere su verir onları büyütür. Diyor ki “ey Nebiler Nebisi sen bu fani alemden göçtün artık bu kainat denilen gül bahçesinin bağbanı olan Allah bahçeyi suya versin gül yetiştirmekten vazgeçsin. Bu dünya denen gül bahçesine bin defa su verse senin gibi bir gül daha açmaz, bağı suya bıraksın” diyor. Ne muhayyile değil mi?
Gayet çokluk ile çabukluk, sanatla sanatlı şeylerle bağdaşmaz. Çok ve çabuk olan şeyler sıradan şeylerdir. Fırınlarda una biraz su katarsın, fırına sürersin, unun en sanatsız ama değerli eseridir. Ama baklava hem çok üretilmez hem de birden üretilmez, bir çok muameleden sonra ortaya çıkar. Sanatkarane, mahirane, dikkat, intizam sanatlı şeylerin özellikleridir. Bir Selimiye ne kadar uzun zamanda yapılmıştır ve ne kadar mahirane ustaca ve dikkat ile, intizam ile yapılmıştır. Ama Allah her şeyi bir Selimiye zerafetinde üstelik donmuş, sabit sanat olarak değil hareketli yaratır ve o hareketli olduğu sürece onu denetler, güzelliğini kaybetmez. İşte insan güzel doğar güzel yaşar ve güzel ölür. Temel hatları ile bu güzellik hiçbir zaman kaybolmaz. Yaşlı güzellikleri için “cami yıkılmış ama mihrabı yerinde“ derler.
Hareketli güzellikleri yaratmak ve denetlemek sanatın başaramadığı bir şeydir. Bir ağaç sürekli yenilenir ama Selimiye Sinan’ın yaptığı günkü gibidir. Bütün çiçeklerin yaprakları ne kadar harika ipeksi olarak yaratılmışlardır. O kadar latif ve ince ve renkli bir yaprağı yaratmak ve korumak ne kadar harika bir sanatı İlahın maharetini gösterir.
Sanatlı ve mahirane yapılmış şeyler kolay olmaz, rahatça olmaz ama Allah’ın gözümüz önündeki sanat eserleri hem kolay, hem rahat, hem de sanatlı, itinalı yaratılır. Sanat felsefesinde bazı sanatçılar ilahi yaratıkları sanat olarak görmez, bazıları ise onları da sanat eseri olarak görürler.
Sanatı Allah’tan koparanlara karşı Bediüzzaman Said Nursi, sanat ile Allah arasındaki ilişkileri bu estetik metinlerde izah eder. Estetiğin temel argümanı Bediüzzaman’ın şu sözüdür. “Her kemal ve cemal sahibi kendi cemal ve kemalini görmek ve göstermek istemesi…“ Annemizin yaptığı pastalar misafirler ile ilk buluştuğunda annemiz misafirlerin gözlerine bakar ve “ne kadar harika, eline sağlık“ deyince anneler nasıl memnun olurlar?
Bediüzzaman Barla’da eserlerini Hulusi Abi ile birlikte mütalaa ederler. Eserlerinin ilk eleştirilerini ondan ister. Her sabah ve akşam birbirlerine giderler. Onun eserlerinin ilk görücüsü Hulusi Bey’dir. Ona Bey der Üstad ve ona “Müntehab” dır yani Allah tarafından benim yanıma seçilmiştir der. Ne mutluluk, nübüvvet vadisinin son büyüğü ile ders arkadaşlığı, onun türünde bir arkadaşlık.
Bolluk ve karışıklık içinde hem kıymetli hem de farikalı yani birbirinden farkeder şekilde yapmak. Bir gün yarım metre kare yerde en az 200 adet papatya gördüm. Hepsinin büyüklük küçüklüğü farklı ama aynı tezgahtan çıkmışlar. Burada bir de Türkçenin şaheseri bir cümle grubu kullanır. “Bulaşmadan, bulaştırmadan, bulandırmadan…“ Papatya laleye bulaşmaz. Yarısı papatya yarısı lale olmaz. Hani insanı hayvanlarla bulaştıran sanatlar vardır, kafası aslan insan veya kafası insan koç gibi. Allah ne bulaştırır, ne bulandırır, herkesin kimliği farklı ve farikalı devam eder. Ne o başkasına bulaşır ne başkası ona bulaşır, ne de bulandırır, belirsiz hale gelmez.
Allah’ın sanatını o kadar dikkat ve itina ile beyan etmiş ki, botanik, biyoloji bitkileri sayar, döker, kategorize eder ama onların sanatı üzerinde bir laf etmez. Sanatkarını görmezlikten gelir.
Şu satırlar biyolojinin de zoolojinin de estetik felsefesidir;
“Çocukken derdi ki dadım çoğu gitti azı kaldı
Büyüdüm ihtiyarladım çoğu gitti azı kaldı
Birgün anlaşılır şiir çoğu gitti azı kaldı
Ekmekten azizleşir çoğu gitti azı kaldı.” (Necip Fazıl)
Bir gün anlaşılır Bediüzzaman çoğu gitti azı kaldı
Siyasetten kurtulacak çoğu gitti azı kaldı.
Bir gün talebelerine der, “bu siyaset olmasa Risale-i Nur çok daha itibar görecektir.” Bütün bu birbiri içindeki fiilleri işleri yapan kimdir. “Ancak ve ancak birtek vahid Zat.”
İki defa ancak, iki defa…