Bİrdenbİre

Sadık Yalsızuçanlar’ın yeni romanından bir bölüm :

 


 
‘Yunus bir doğan idi/kondu Tapduk koluna…’

 1.

Ben, Musikar.

Mustafa da diyorlar.

Burası eşik. Gözün eşiği. Ay gözü de diyorlar.

Ben, hayret taşı diyorum bazen.
Koyu bir saat de olabilir.

Size hikayemden birkaç anı aktaracağım. Söylemezsem, bu aşk derdi beni boğar diyemem ama madem meydan açıldı, biliyorum ki girsem öldürürler girmezsem olmaz. Söylemek de öyledir. Biliyorum, söylememek harcısı, söylemenin hasıdır. Söylemenin harcısı, gönüllerin pasıdır. Buna rağmen söyleyeceğim. Konuştukça derdim artıyor, bunu da biliyorum, konuştukça yalnızlık koyulaşıyor.

Başka çarem yok.

Her şey birdenbire oldu. An’ın olmadığı bir yerde; bir mekan değildi orası, yersizlik yurtsuzluktu. Bir’le başladı, bir’den başka bir şey kalmayıncaya değin devam etti. Göz açıp kapayınca olup bitmişti, gören görmüştü, ben de gördüm. Görünce ben kalmadım, benden benliğim gitti, varlığım yağma oldu. Bir var sanıyordum, her şey birden ibaretmiş biliyordum, oysa bir olunca iki üç dört vardı, sonra o da yok oldu, tek kaldı. Sonra diyorum ya, öncesi sonrası da yoktu, sonrasız bir şeyde olup bitti her şey. Bitti diyorum ya biten de yoktu, başlayan biten hep O idi.  Bitti diyorum ya, bitmeyen bir yerdi orası, bitimsiz bir şey. Sadece O vardı. Biricik söz bu idi. Bu, söz de değildi, kelimesizlikti. Kelime sadece O idi, dile dönüşemiyordu, dönüşünce O olmaktan çıkıyor, belirtisine benzeyen bir şey haline geliyordu. Herşeyde olan O’ydu ama en çok insana benziyordu. Bu benzeyiş de benim yakıştırmamdı, hiçbir şeye benzemiyordu O. Benzemediğini biliyordum. Bu bilgimin de dile gelemeyeceğinin farkındaydım. Fark diyorum ya, fark da farksızlık da O idi. Farktan ceme, cemden cemü’l-cem’e, oradan tekrar fark’a diye bir şeylerden söz ediliyordu, hissediyordum ama bu deneyimin de O’nda, bensiz, bizsiz, onlarsız gerçekleştiğini görüyordum. Gören de görünen de görüş de kendisi idi. Kendinden kendine idi her işi. Yürüyen, yürütülen, yürüyüş O idi. O’nsuzluk diye bir şeyin olmadığını anladığımda yalnızlığın hem bir imkan hem de imkansızlık olduğunu bilmiştim. Bütün bilgilerin, bilinenlerin ve bilenlerin O olduğunu bildim. O’nunla bildim. Hala benden söz ediyorum görüyorsunuz, sizden söz ediyorum. Buradan bakınca öyle görünüyor. Buradan oradan söz ediyorum. Bir andan. Konuştukça çaresizliğim artıyor. Ne bir var, ne yer, ne an oysa. Sadece O. Belki bir vardı ama birin olmadığı yer de vardı. Orası tek’lik idi. Tek idi O. Tek yekta idi. Orada artık ne yer vardı, ne an, ne bir, sadece O vardı. Mor bir ışıktı. Bir de değildi sadece nurdu. O’nu görürken ben de mor bir ışığa dönüştüm. Zerrelerimin her biri mor ışığa dönüşerek göğe ağdı, O’na katıldı; katılınca anladım ki, O’ndan başkası yok. Her şey kendinden kendine bir seyirden ibaretmiş, o zaman anladım. Anladım diyorum ya bilincim de kalmamıştı, O’nun algısına katılmıştım. O’na katılınca ne kişisel algım kaldı ne benliğim. Benlik senlik yok oldu. O zaman adımın lamekan olduğunu öğrendim. İsimden söz ediyorum ya yine O’nu örtmüş oluyorum, hiçbir şey O’nu örtemiyor, çaresizce bunu da görüyorum; aralandıkça örtüleri daha çok gizleniyor, bunu da biliyorum. Ne desem boş görüyorsunuz. Ne yapsam hiç. Ne bilsem anlamsız, ne görsem yanıltıcı, ne anlasam örtülü… Neye baksam O. Bin bir giysiyle örtünüyor, bin bir cilveyle belirip belirip gizleniyor. Benden, senden, ondan görünüyor, girmediği biçim yok, bürünmediği hal, konuşmadığı dil, görmediği göz, koklamadığı burun, dinlemediği kulak yok O’nun. Her şeyin bir şey olduğunu, onun da tek olduğunu, tekliğin bile fazla olduğunu hissediyorum. Bir’in, tek’in, hiç’in, hiçliğin, hiçbirşeyin, her şeyin, hep’in, şey’in de olmadığı bir şey bu. Sesin, kokunun, tadın, kelimenin, şeklin, rengin, boyutun olmadığı…sadece O’nun olduğu bir şey… Kendinden kendine bunu anladım. Kendimden biliyorum, benim de her halimden beliren O. Belirip belirip gizlenen O. O’nun da içinde O var. O’ndan başkası diye bir şey yok. Ben ve O diye bir şey yok. Söyleyen perdeli. Gözlerim gözlerim ne kadar kör. Dilim nasıl da kekemeleşiyor. Kulaklarım nasıl da sağır, kelimeye sese bürünen de O, kelimeden içeri olan da, kelimenin kendisi de. Konuştukça O’nu çoğaltıyorum farkındayım. Ama çaresizim, ne yapabilirim? Başka türlü nasıl anlatabilirim? Bütün anlatımların O’nun cilvelerinden ibaret olduğunu benden iyi biliyorsunuz. Birdenbire oldu bütün bunlar. Bir dem’de, bir anda, sonsuzca bölünebilir bir zamanın en küçük biriminde; bir nefesti orası. Her şeyin bir soluktan ibaret olduğunu bildim. Bildim diyorum ya, ne bilgi ne bilgisizlik yeri idi orası. Ora diyorum ya yine bir yeri ima ediyor gibi oluyorum. Bir ima değildi O, sonsuz imaları vardı ama açılınca oluyordu bütün bunlar, açılıp açılıp kapanınca, daralıp daralıp yayılınca…Bir dem’di her şey, bir nefesti ve o nefesle ölüp ölüp diriliyordum, daralıp daralıp açılıyordum, belirince gizleniyor, örtününce görünüyordum. Bir soluktum ben, bunu da bildim. Sen’in soluğundum, senden ayrı değildim, gayrı da değildim; bir demde idim, senin ansız yersiz nefesindim. Sen denizdin ben dalga idim. Dalgalanınca beliriyordum. Sende idim. Bunu gördüm. Birdenbire oldu bu. Ansızın olunca sen olduğumu anladım. Seni o zaman duydum. Denizde idim, dalgalanıyordum. Sesini duydum. Yaralı bir ceylanın gözlerine benziyordu sesin. ‘Ben, senin ben olabilmen için sen oldum’ dedin. Sadece bunu duydum. Bütün sözler bundan ibaretmiş bunu da bildim. Bilince kitaplarımı yaktım. Kitaplığımı yağma ettim. Ne var ne yok hepsini ateşe verdim. İşimden ayrıldım. Giysilerimi attım. Kartvizitlerimi yok ettim. Evimi terk ettim. Eşimi, çocuklarımı bıraktım. Tutkularım ıslak bir yünden dikenli bir dalın çekilişi gibi gitti. İhtiraslarımdan uzaklaştım. Algımı sildim. Paramı, vadesi yakın uzak bütün çeklerimi yırtıp attım. Ünvanlarımı unuttum. Telefonu fırlattım. Defteri çöpe attım. Hiçbir şeyim kalmamıştı. Sadece dilim vardı, yüzümdeki ifadeler duruyordu. İfade yolu kalmıştı. O açıktı. Soluk alıp veriyordum, canlıydım ama ne istiyordum, ne biliyordum, ne görüyordum, ne de yürüyordum. İsteklerim, arzularım, emellerim yok olmuştu. Kimliğimi ima eden ne varsa silinip gitmişti. Herşeyden kopmuştum. Herkesten kaybolmuştum. Belleğim silinmişti. Lekesiz beyaz bir kağıt gibi oldu. Hiçbir şey kalmadı. Her şey yok oldu. Kelimeler, harfler, sesler kesildi. Bitince beyaz oldu. Beyaza dikkatle baktım. Uzun bir süre dikkatle bakınca beyazın içinden siyahın belirdiğini gördüm. Evet evet siyah beliriyordu. Siyah belirginleşince beyaz da yok oldu. Sadece siyah vardı. Siyah kağıda bakıyordum. Gözlerim bir süre sonra sadece siyahı görmeye başladı. Kör oluyorum sandım. Körleşince kağıt da yok oldu, kağıdın üzerindeki siyah taştı, yayıldı ve çevresindeki şeyleri yutmaya başladı. Herşeyi yok etti. Belki de şeyler yok idi, onlar da benim yakıştırmamdı, gördüğüm için var sanıyordum. Siyah genişledikçe onlar da silindi. Onlar sözcüğü de belleğimden çıktı. Yok olan şeyin adını da unutuyordum. Bir daha anımsamamak üzere unutuyordum. Yok oluyordu her şey. Herşey yok ola ola bir belirmeye başladı. Yine bir belirti algılıyordum. Siyah beni de yutmuştu. Ellerim, ayaklarım, başım, saçlarım, ağzım, sesim her şey yok olmuştu. Sadece gözlerim kalmıştı. İki gözüm vardı onu hissediyordum. İki gözüm bir görüyordu, onu yeni fark ediyordum. Bir görüyordum. Bir elife benziyordu. Elif gibi idi. Sadece bir kaldı. Bir de gözlerim. Gözlerim de birdi. Elif biçimindeydi. Uzun, ince bir şey idi. Bir çizgi. Tek bir şey. Bölündükçe noktalara dönüşen. Bir nokta haline gelen bir şeydi. O da uzun süre öyle kalamadı, bölündü, azaldı, küçücük bir nokta oldu. Birdenbire oldu bu. Noktaya bakıyordum şimdi. Baktıkça anlar şimdiye hapsoldu. Bir dem, bir an ve bir nokta oldu. Dem ve an da yok oldu nokta kaldı. Gözlerim yok oldu. İki bir oldu. Bir de noktaya girdi. Nokta her şeyi yuttu. Noktadaydım artık. İçine girince fark ettim görünmeyen bir kandildi o. Hala fark edebiliyordum. Farklı bir bir biçimde ışıyor, yerine dönüyordu. Bütün kandilleri yutmuş, hepsine sultan olmuştu. Ay içindeydi noktanın, güneş, zerreden küreye, karıncadan deveye her şey içindeydi. Her şey insandı. Nokta insanın ağzı idi. Ağız biçiminde nurdan bir kandildi. Işıyordu. Rengi mordu. Başka bir renk yoktu. Her şey mor renkteydi. Nedir bu, diye sordum. Sırrın rengi dedim. Kendim soruyor kendim cevaplıyordum. O’na ümmi dedim. Ümmi nedir diye sordum. Hakikat dışı bilgilerden korunmuş ve her şeyin kaynağı, annesi dedim. Bu nedir diye sordum. Çaba, diye cevapladım. Çaba nedir peki? Ne çok soruyorsun? Ben bir soruyum, dedim. O’na Harem bölgesine ait anlamında Haremi diyorum dedim. Bağışlananların büyüklüğü nedeniyle Mekke diyorum O’na dedim, Medine diyorum. O’na şehir diyorum, şar diyorum, şar gönüldür, dedim. O halde gönül şehirdir? Evet, dedim, gönül bir şehirdir, beden yurttur. Beden yok artık, burası bir şehir. Burası insan efendim, burası bir gönül. Huzurunda dimdik durabiliyor, bu yüzden O’na Medine diyorum, uygarlığa benzetiyorum onu. Kandil ışıyordu, ay doğuyordu, içindeki güneş beliriyordu, bulutların, Yemame bulutlarının arasından ağıyordu. Yemame burasıydı, şimdi, burada, yani Uşak’ta, Denizli’de, Ankara’da, Üsküdar’da, Nurşin’deydi; onu görüyordum, içgörüşünden geliyordu haber, yapıp ettikleri siretinin gerçekliğindendi, içi ışıyordu, dışı ışıl ışıldı, içi dışı birdi, altı üstü, sağı solu yoktu, küreye benziyordu, sözcüklerin, biçimlerin, bedenlerin olmadığı bir huzura yükseliyordu. Huzura çağırıp götürdün O’nu. İçindeydim, oradan biliyorum. İçten dışa bakıyor kendimi görüyordum. O, bendim, şimdi gördüm. Şu anda, şimdi oldu bu. Yazarken. Son tuşa bastığımda bir kez daha. Harfler ekranda belirdikçe oluyordu. Belirip belirip yitiyordu noktanın içinde. Huzurundaydım. Göğsümü açtın. Değerimi alabildiğine yükselttin. İşini zorunlu hale getirdin. Olmazsa olmazdım, şimdi görüyordum. Bu anda oluyordu, şimdi, burada, bodrum kattaki bu odada, dışarıda kayısı ağacının yeni ermeye başlayan meyveleri, dalları, yaprakları görünürken, içeride bilgisayarın uğultusu dışında bir ses yokken, onu da duymuyorken…

Bir’den bir’e idi her şey. Bir’den bir’e geçiyordu. Sır idi. Bir’e veriliyordu, bir’den bir’e aktarılıyordu. Bir göğsünü açtı, değerini alabildiğine yüceltti. Soyluluğun kaynağından aldı aydınlığını. Kandildi bir. Bir’e aktardığı içinin gerçekliğindendi. Gerçekliği naz idi. Nazlandıkça kendini sınırladı. Sınırsız bir şeydi oysa. Onu sadece bağlılığın ve doğruluğun kendisi tanıdı. İlkin o tanıdı, sonra ulu bildi, sonra kadın, sonra siyahi, sonra ben oldu. Sonralıktan söz ettiğime bakmayın, onu da burada, yazarken belirtiyorum. Bir belirti olarak kaydediyorum buraya. Bağlılık ve doğruluk dostu idi. O’na tam uydu ve dostu oldu. Di’li geçmiş zamana aldanmayın, her şey şu an olmakta. Oluş kesintisiz ve yinelenemezdi. Tekrar yoktu, her an yeni bir oluşta idi O. Dostu öylesine bağlandı ki aralarına bir şey giremedi. Bir ara’dan söz ediyorum görüyorsunuz, bu da benim uydurmam. Konuştukça bilgisizliğim belirginleşiyor. O’na bilgi verildi, sır ve hakikat verildi. Hakikat derken içim cızz ediyor, sır derken içimdeki ateşten söz ediyorum. Oysa bunu gizleyecekti, hala da gizliyor. Adı üstünde gizden söz ediyorum, paylaşılamayandan, ifşası imkansız olandan. Belki henüz verilmemiş olandan. Anlattıkça dilin nasıl bir örtü olduğunu daha çok hissediyorum. Sırrı açıklayanlara aldanmayın, açıklamış olmuyorlar. Bizi oyalıyorlar, aldatıyorlar. Aldanmaya ne kadar teşneyiz. Bir’den bir’e aktarılanın ifşasının imkansız oluşuna da şaşırmayın. Burada, şimdi, her şeyin bir nefesten ibaret oluşunu söylerken ne denli sıradan bir iş yaptığımı bir kez daha anlıyorum. Ama O’nu anlatmaktan da kendimi alamıyorum. O’nun ışığına koşan bir pervaneyim. Hepsi bu. O’nu anlatmak istiyorum. O’ndan söz etmek için yanıp tutuşuyorum. Bütün ışıklar O’nun nurundan çıkıyor. Öncesiz bir ışıktan. O’nun çabası, bütün çabaların üstünde. Eli bütün ellerin üzerinde. Şimdi hattat gibiyim. Aharlanmış kağıda, gözüyaşlı kamışı değdirince sadece nokta yazabiliyorum. Eli elimin üzerinde. Varlığı yokluktan, adı, kalemden önce O’nun. Kağıda dokununca sadece nokta yazıyorum, O’nun adını yazmış oluyorum. Benim adım nokta. Burası öyle bir cennet ki, O’ndan daha eliaçık, daha merhametli, daha eşsiz bir varlık görünmüyor. O ölmüyor, olduğu gibi, nasılsa öyle ve sürekli yaşıyor. Azrail’i kendisi onun. Dilediği zaman, dilediği biçimde ölebiliyor. Ona ölüm denir mi bilmiyorum. Meczup Halil gibi, Denizli’de, namaz vakti camiin penceresinden bağırıyor, ‘ölüm vaar ölüüüm!’ Cemaatten biri, namaz çıkışında, avluda, ‘Halil sen ölmeyecek misin?’ diye sorduğunda, ‘biz ölmeyiiiz! Aşıklar ölmez!’ diyor. Gülüyorlar. Deli deyip geçiyorlar. Akıl erdiremeyince deli diyorlar. ‘Akıl akıl gel çengele takıl’ diye söyleniyor bazen. Bir yaz tatilinde Kızılcabölük’e gittiğimde, ilk karşılaşmamızda, ‘papuç eskidi’ demişti. ‘Değiştir o halde’ dedim. ‘Olmaaz! Gitmek lazım’ dedi. Papuçtan kastı bedeni idi. ‘Değiştir’imi anlamıştı. Elimi cebime attım, beş lira. Çıkarıp uzattım. Aldı, uzaklaşırken, ‘felek bir gün cana kıyar/bizi kaptan kaba koyar/eller atlas libas giyer/şükür bize aba düştü…’ diye söylendi. Arkasından, ‘Artık kap yok’ dedim. Döndü, göz kırptı, gülümsedi, dişleri göründü, alttaki köpek dişi yoktu. Meğer onu son görüşümmüş. Ölümünden sonra bazı dostlara, kırklardan olduğunu söyledim. Yıllar önce bana, bunu söylediğinde sana gelmiş, hışımla, ‘gizlenmek için türlü donlara girdik, kendimizi rezil kepaze ettik, sen sırrımızı veriyorsun’ diye çıkışmıştı.

Beden, eskiyen papuç gibi nasıl değiştirilir, o zaman bilmiyordum. Türlü donlar giyer gülden naziktir, diyen türküyü dinliyordum ama bir şey anlamıyordum.  Şimdi bakıyorum ne kadar apaçıksın, nasıl da ayan beyan, ne denli keskin görüşlü, ışıklı, içgörülüsün. Ölmüyorsun, artık biliyorum. Dilediğince yaşarsın onun gibi. Oluşlardan öncesin, şeylerden evvelsin, bütün kainatlardan önce biliniyorsun. Hep var olacaksın. Rengin yok senin. Renkler henüz yokken sen biliniyordun, özlerden önce dillerdeydin, önceden önceydin, sonradan sonra da kalacaksın. Sen ne doğulusun ne batılı. Yanlar, yönler, doğular batılar yok sende. Yer, zaman, boyut, renk, şekil, koku, ses yok sende. Açılınca böylesin. Değilse hiçsin.

Bütün bu belirtilerden biliyorum seni. Şimdi onların hayal olduğunu görüyorum. Geçimini sağlamak için çalıştığına bakarak aldanıyorlar, oysa yer gibi görünüyorsun ama yiyip içmekten berisin sen. Rızık kaygısıyla koşturuyor görünüyorsun oysa bu da kendini örtmek için yaptığın bir şey.

Yağmur çiseliyor. Pencereyi açınca toprak kokusu genzimi dolduruyor. Dayanılmaz bir güzellik. Gözlerin sadece senin işaretinle gördüğünü göstermek için mi yapıyorsun bunu? Bu koku nedir, bu ses, bu sessizlik, bu altın sarısı, bu yağmur, bu sızı, içimdeki bu dinmeyen hicran nedir? Nasıl bir oyun bu? Niçin yapıyorsun bunu? Şimdi, burada, evimin penceresinde, çiseltinin sessizce yıkadığı şeylere bakarken neden canım yanıyor? ‘Sebepsiz hüzünlenirsen, bil ki Allah’a çok yakınlaşmışsın’ demiştin. Bu hali mi yaşıyorum şimdi? Neredesin? Gönlüme bıraktığın sırrı başka kimlere verdin? Seninle mi biliniyor bütün sırlar? Sende mi saklanıyor? Senin gönlünde mi yaşıyor yetimler, kimsesizler, yoksullar, acıyla sancıyanlar? Beni konuşturan sen değil misin? Bütün bu oluşları, onlardaki çığlığı koparan sen değil misin? Sana nasıl erişilebilir? Yaratılmış olanın elinin değemeyeceği söz sende midir? Yağmur diniyor. Gri bulutlar iyice kapattı göğü. Alaca kargaların bağırtısı düşüyor kayaların, sararmış otların arasında heyula gibi yükselen evlerin üzerine. Bir traktör homurtusu geliyor sonra. Keşif uçuşu yapan askeri helikopterin gürültüsü…Telefon çalıyor. Küçük kızım giriyor odaya, televizyonu açıyor. Cnbc-e’deki filmde kadın bağırıyor. Adama ağız dolusu küfrediyor. Kuzeni ve karısı araya giriyor. Kadının savurduğu yumruk ıskalayınca kapının camını indiriyor. Bileğinden kan fışkırıyor. Bir yarasa fırlıyor camdan içeri. Duvara çarpıyor. Kanı ve kokusu beyazcamdan içeri yayılıyor. Uyanıyorum. Telefonun alarmı korkunç. Pencereyi açıyorum. Hava cam gibi. Sis kalkmış. Mükemmel bir gün. Arada hiçbir put yok. Saf, ağırlıksız, şeffaf bir yer burası. Şimdi böyle. Az sonra nolur bilemem. Ama şimdi kusursuzsun. Seni öyle biliyorum. Az sonra bir bulut beliriyor. Şemsiye gibi. Geliyorsun. Gölgesizsin. Seni belirtinle bilebilirim, anlıyorum. Sen sensin. Sen’den başka bir şey olamazsın. Sen O’sun. O’ndan başka bir yerde değilsin. Ben, ya ben kimim? Bu zavallı ben neyim? Benim sen olabilmen için mi ben oluyorsun? Geçici olanlara teslim ettiğin bir mim kaldı. Muhammed’in mim’i. Oradan kimse çıkamaz. Kimse onun be’sine giremez. He’si ikinci bir mim’dir onun. Dal, öncesizliğinin mim’i, devamının yeri, halinin remzidir.

Kelimelerime can ver, dilimdeki düğümü çöz, aç kendini, özgürleşmek istiyorum; seni görmek, seni kendimde bilmek istiyorum.

Çıkmalıyım. Elif yoldadır.


2.

Bu yol hiç değişmedi. Kızılcabölük’e dedemin gelişinden seksenaltı yıl sonra sadece Demokratlar döneminde yapılan asfalta ulanan tali yolda yine sağlı sollu tek katlı kerpiç, sonradan biriket ama toprak sıvalı, sac çatılı evlerin arasından kıvrılarak giderdi. Sağda toprak damlı, duvarları açık mor boyalı Mahmut amcaların evini geçince patikadan hep bu saatte Elif görünür. Omuzunda gül işlemeli, el dokuması bez çantası, kestane saçları iki yandan örgülü. Ceviz ağacının gölgesine, gövdesinin ardına saklanıp bekliyorum. İşte geliyor. Kırmızı lastik ayakkabısıyla her adım atışında minik bir toz bulutu havalandırıyor. Acaba, diyorum, bugün iyi bir şey olacak mı? Hayır, iyi şeyler bindenbire olur. Olup biten iyidir, kötü şeyler de birdenbire olur, onlar da iyidir. Kızılca’da, Elif’in ardından gizli saklı okula gittiğim o günlerde, görünce yüreğim yerinden oynar, duracakmış gibi küt küt atar, takib ettiğimi anlayacak diye ödüm patlar, heyecanım katlanırdı.  Çatalarmudu’nda, Ardıç dönmesinde, Gerağzı’nda, Kırbağarası’nda, Çalıdedesi’nde, Söğütönü’nde, Çilen Çeşmesi’nde Sarıkavak’ta, Çakıloluk’ta, Kavak, Demirci ve Yukarı Mahalle’de … her yerde onu görmek, onunla olmak isterdim. Onun iri, kömürkarası, şehla gözlerine bakamazdım. Allah, gaybının sırrını, arifin kalbine mürekkepsiz yazarmış. Aşk da böyle olmalı. Bunu şimdi düşünebiliyorum. Elif’i düşününce kalbimi saran o coşkunun da o zamanlar nasıl bir şey olduğunu anlayamıyordum. Hele gördüğümde yüreğimin küt küt atışına bir anlam verebilmem imkansızdı. Allah, aşkı da kalbimize mürekkepsiz yazıyor. Necati ağbiye bir gün Asmaaltı kahvesinde içimdeki ateşle yanıp tutuşurken, bülbülün kim, gülün ne olduğunu sorduğumda yeşil, hülyalı bakışlarının derinliğine, ince, biçimli ağzının gerisine gizlediği gülümseyişle, ‘bil bul’ demişti. Ne kadar kolay görünüyor. Halim harap, ne biliyorum ne bulmuşum, bil ve bul. Bilerek mi bulacağım, bulunca mı bileceğim? Hiçbir şey bilmiyorum. O zamanlar, -hoş zamanın da ardışık olmadığını öğrendiğimden beri bu söz grubunu isteyerek kullanmıyorum-  bütün bunlara ilişkin en küçük bir fikrim yoktu. Sadece Elif’i seviyordum, içime düşen ateşle, için için yanıyordum. Kör ışığında geceleri ders çalıştığım gaz lambasının fitili gibi. Varsa yoksa Elif. Gözleri, saçları, elleri, parmakları, yürüyüşü, oturuşu, kalkışı, koşuşu, bakışı, gamzesi, gümüşsü teni, buğulu sesi… bulut gibi sarhoş, kendimden geçmiş bir haldeydim. Düşünmediğim bir an yoktu. Okula sanki onun için gidiyordum. Onu görebilme umuduyla sokağa çıkıyordum. Yolda bir dedektif gibi onu izliyordum. Adımlarının tozlu yolda, çamurda çıkardığı ize basmaya çalışıyordum. Ders bitmesin istiyordum, eve dönerken de onu Çilen çeşmesine değin izliyor, evlerine sapan patikanın başındaki dut ağacının gövdesine gizleniyor, gözden yitene kadar bakıyordum. Kaybolunca içimdeki ateş iyice harlanıyor, yana yana eve dönüyordum. Annem, babam, ablam anlayacak diye ödüm kopuyordu, utanıyordum. Yanağım kızarıyordu. Onu düşününce gövdemi saran alev büyüyor, yatağa gömülüyordum.


3.

Ben Tennure.

İsmail de diyorlar.

Bazen kendime, zaman yağması diyorum.

Bazen, yedi tül.

Demir çarık demir asa da dediğim oluyor, ama anlamını bilmiyorum. Kızılcabölük’teki aşıklar bayramında, Erzurum’lu bir halk ozanının söylediği koşmada geçince heyecanlanmıştım. Programdan sonra kendisine anlamını sordum, ‘bilmiyorum’ dedi. ‘Nereden duydunuz?’ dedim. ‘Reyhani’den dinlemiştim’ dedi.

Musikar’a çevirmenlik yapmaya çalışacağım. Elif’e dönecek. Zaten dönüp dönüp geldiği yer o. Ondan başka gördüğü bir şey yok. Ama size daha önce kendimle ilgili birkaç şey anlatmam gerekiyor.Benim için de herşey, birdenbire; bir sempozyum için çağrı almamla birlikte başladı. Hani bazı insanlar, doğumgünleri sorulduğunda gerçeğe uyandıkları günü söylerler. Ben de bunu, havalimanına gittiğimde, check-in için bankoya yaklaşırken yaşadım. Başında dört köşeli kasketi, omzunda siyah, şişkin, deri çantası, valizini sürüyerek geliyordu. Selamlaştık, tanıştık. Check-in yaptırdık. Gazetelerimizi aldık. Çay-su böreği 9.950 tl mönüsünden aldık. O, cam kenarını tercih etmişti. Yanına ben, yanıma da Ankara’dan sempozyuma katılan bir başka kişi oturdu.

Doğrusunu isterseniz, ne seyahate, ne bildiri yazmaya, ne de çoğunu tanımadığım kişilerle birkaç gün bir arada geçirmeye istekliydim. Herşeyin fazlasıyla ağırlaştığı bir dönemdi. Hiçbir şey yapmak istemiyordum. Çalışmak, derse girmek, öğrencilerin sorularıyla uğraşmak, hocaların yemekhanesine gitmek, yemek almak, masaya oturup yarım saat konuşmak, gezmek, Aşti’den Havaş’a binmek, uçuş işlemleri yaptırmak, görüşmek, tartışmak, okumak, yürümek, araba kullanmak, dinlemek, sormak, cevaplamak istemiyordum. Yorgundum. Metal yorgunluğu gibiydi, bir türlü dinlenemiyordum. Oturduğum yerden kalkamıyordum. Bir süre hareketsiz kalınca uyuşuyordum. Elim, bazen televizyonun kumandasını bile kumanda edemez hale geliyordu. Saatlerce kımıldamaksızın, gözlerim açık, bir noktaya boş boş bakıyordum. Hiçbirşey heyecanlandırmıyordu. Kimseyle görüşmek istemiyordum. Telefonu çoğu zaman kapatıyordum. Bu hal bu melaldeyken aldığım çağrıya tuhaf bir biçimde ‘tamam’ dedim. Tebliği eski makalelerimden kesyapıştırla geçiştirdim. Nasıl olsa doğaçlama konuşacaktım.

Antalya’ya birkaç kez gitmiştim, ama Elmalı’ya ilk kez gidiyordum. İlk gün kentte, beşyıldızlı bir otelde kalıp ertesi gün ilçeye geçecektik.

Kurgulanmış nezaketten eser yoktu. Samimi idi. Bir süre gazete okuduktan sonra sıkıldım. Servis başladığında konuşmaya başladık. Tebliğini gözden geçiriyordu. Gözucuyla baktım, ‘Yunus bir doğan idi/kondu Tapduk koluna…’

 ‘Sizin Yunus divanı dışında hayli kitaplarınız var’

‘Eh işte, birkaç satır karaladık’

‘Bu kadar alçakgönüllü olmayın, sonra inanırlar’ dedim.

Sustu. Gereksiz bir laf ettiğimi fark ettim.

Susmanın bir yerde artık kaçınılmaz olduğunu okumuş, dinlemiştim. Ama okuyarak bir şeyin kavranamayacağını henüz tam öğrenememiştim. Yaşamımı heder olmuş, kendimi örselenmiş, yara bere içinde görüyordum. Kırkdokuzuna merdiven dayamıştım. Tarih lisansından sonrabeş yıl İngiltere’de edebiyat sosyolojisi. Askerlik, evlilik, çoluk çocuk, kooperatif, yazlık, araba, doçentlik, profesörlük derken geldiğim yer koyu bir sıkıntı idi. Psikiyatrların yaşama hastalığı dedikleri o gri, küflü, soğuk yer. Şair diyor ya, ‘acılardan daha büyük bir yer yoktur’, inanmayın, bu da onun tecrübesi. Nerede konaklıyor, orayı mekan ediniyorsanız, ondan daha büyük bir yer olmadığını sanıyorsunuz. Yaşamın sanılardan ibaret olduğunu şimdi biraz olsun görebiliyorum. Büyük acılar gibi, büyük heyecanlar da dilsiz imiş. Bunu da hocadan öğrendim. Şimdi sürekli ondan yeni bir şeyler öğreniyorum. Şimdiye dek yaşamamış gibiyim. Ya da ot gibi yaşamışım. Kör, sağır, dilsizmişim ama sürekli konuşuyordum. Kitaplarımı, makalelerimi, bildirilerimi önemsiyordum. Kendimi fena halde beğendiğimi, dünyanın merkeziymiş gibi gördüğümü, kendime, alışkanlıklarıma, tutkularıma sımsıkı bağlı olduğumu, içimde gizil bir putevi kurduğumu, yüzlerce, binlerce put yaptığımı, onlara tapındığımı fark ediyorum. Neyse, başınızı ağrıtmayayım, bunları okurken sıkılmanızı da istemiyorum. Birkaç satırın gerekli olduğunu düşünmeseydim yazmayacaktım. Ama tattığımı sandığım bazı güzellikleri paylaşayım istedim. Biraz da günah çıkarma niyetindeyim. Hülasa, Akif’in, ‘birkaç nazma gömülmüş koca bir ömr-i heder’ dizesi benim için söylenmiştir, bundan emin olabilirsiniz. Örneğin dün, sıkıntıdan patladım. Günboyu, yazdığım bildiriyle uğraştım. Bilgisayar geceyarısına değin açıktı. Arada ekran karşısına oturup salak salak bakıyordum. Cümleleri evirip çeviriyor, bazı sözcükleri değiştiriyor, sıkılıyor, boğulur gibi olunca kalkıyor, yaşamımın neden bu kadar rahat olmasına rağmen çekilmezleştiğini düşünüp işi daha da güçleştiriyor, çalışmamak için oyalanıyor, sürekli gereksiz işler üretiyor, çocuklarla dalaşıyor, eşimle son bağlarımı da nasıl koparırım diye düşünüyordum. Gelen telefonların çoğuna bakmıyor, kısa bir süre sonra arayıp yalanlar uyduruyor, mazeretler üretiyordum. Dedikodunun şehvetine daima yenik düşüyordum. Kendime toz kondurmuyordum. En küçük bir eleştiriye tahammülüm yoktu. Bazen en yakın dostlarıma hatta yakınlarıma bile ikiyüzlü davranıyordum. Bir an düşündüm, Tanrı’dan neden bu kadar memnun değildim? Niçin hiçbirşeyi beğenmiyordum? Bu kadar titiz olmanın manası ne idi? Nasıl bu kadar kolay kalp kırıyordum. İnsanların gönlünü nasıl da yıkabiliyordum? Neydi bu sıkıntı?

‘Arslan’ dedi, ‘benliğin en saldırgan halini temsil eder.’

Sezmiş ama tam olarak anlayamamış bir ifadeyle baktım.

‘Yırtıcılar yani, kaplan, sırtlan, vaşak bütün vahşi kediler, mesela, ayılar, köpek sonra, benliğin alt düzeyinin görüntüsüdür…’

‘Görüntüsü mü?’

‘Evet, sureti.’

‘Nasıl yani?’

‘Başbayağı sureti işte. Bütün doğa böyledir. Bütün varlık…’

Bu beni aşıyordu. Yine sustum.

Bildirisini gözden geçirmiş, çantasına koymuştu.

Berbat bir soğuk beyaz et, domates ve marul yaprağından oluşan sandvicin yarısını yedim. Hostesten sade kahve istedim.

‘Siz bir şey alır mısınız?’ diye sorunca, ‘çay lütfen’ dedi.

Pencereden dışarı bakmaya başladı. İniyoruz anonsuyla birlikte zihnime üşüşen yüzlerce soruyla boğulmuş bir haldeydim.

‘Doğan nedir peki?’

Dalgınlıktan sıyrıldı,

‘anlamadım?’

‘Yunus bir doğan idi, kondu Tapduk koluna, diyor ya…’

Gülümsedi.

İki kaşının arasındaki çizgiler abartılı biçimde belirginleşmişti. Oraya bakıyordum. Bir elif görünüyordu başında. İlk harfi o idi. Yanında başka tuhaf harfler…

‘Tapduk koluna konmak, kılavuzun huzuruna, terbiyeye gelmektir. Doğan eğitilip avcı kuş haline geldiği gibi, derviş de, bir yetkin insanca terbiye edilerek hikmet avcılığına çıkar…’

Bu, tümüyle beni aşmıştı. Valizlerimizi alana değin konuşmadık.

Sempozyumu düzenleyen vakfın görevlisinin elindeki kağıtta adımızı gördük. Şehre doğru ilerlemeye başladık.

Otelin lobisinde tanıdık tanımadık katılımcılarla karşılaştık, odalarımıza yerleştik, restorana indik. Gerisi tahmin ettiğiniz gibi…

Edebiyat Haberleri