-Bu yazı 2009 tarihinde yazılmıştır-
Bireysellik ve kendilik ölümün öteki adı, hakim literatüre göre. Bireylerin çoğu sevimli, munis ve candan. Biricik meziyetleri galiba bu. Düşünce kolektif, yani bağımlı ve güdümlü. Aykırı hiçbir sese, soluğa ve şiveye tahammül yok. Hoşgörü, diyalog, müsamaha sadece yüzeyde ve şekilde. En üstün haslet: Sonuna kadar itaat.
Neye, niçin ve nasıl soruları tılsımı bozar, dolayısıyla bu vadilerde dolaşmak tehlikeli, yasak ve hatta ölümcül. Tarz aynı, üslup aynı, düşünce aynı, tasavvur aynı. Hatta kılık kıyafet imajı, yani moda hep aynı… Bir ve tek… Bu aynılık içinde tek bir gayrılık var: Ötekiye düşmanlık. Manevi birliktelik, maddi bir hüviyete bürünmüş. Bir çeşit dışavurum hali.
Şiiri tek cemaatin. Liderin en bayat, en berbat mısraları bile dudaktan dudağa dolaşmakta, okunmakta ve daha da ilerisi ezberlenmekte. Tek merci: “Hocaefendi!”. Üzerinde en çok durulan şey: Okumak, cehaletten kurtulmak, yani bilgi meş’alesi. Ancak bu kutsi dilek sadece dillerle sınırlı. Gerçekte bilgi, yamaçlarında teğet bile geçmemekte.
“Renklilik, farklılık, zenginlik” bazı sempozyum ve panellerin sevimli birer konukları sadece. Ancak hakikatte bu nadide ve güzide değerler özel, yani gerçek gündemde kuduz köpekler gibi itilmekte ve kovalanmakta. Soru ve sorgulama, henüz pişmemiş, yani ham mizaçlıların işi. Asıl tekamül ve olgunluk itaatte, teslimiyette, sonuna kadar boyun bükmekte. Fakat yanlış anlaşılmasın bu tazimlerin çoğu peygambere değil, lidere.
Sohbetlerde bile eşitlik yok, hiyerarşi var. Her sınıfın, her tabakanın sohbet halkası kendince, kendine göre: Esnaf sohbeti, öğrenci sohbeti, öğretmen sohbeti, akademisyen sohbeti, polis sohbeti, idareciler sohbeti… Sohbetlerde ana gündem: “Ölümsüz Kahramanlar”, “Tek Türkiye”, “Sırlar Dünyası”, rüyalar, okullar, tedbir, şakirdin sırrına akıl erdirmekte zorlandığı karanlık ve gizemli emirler, telkinler, duygusal istismarlar, buyruklar, himmet, abonelikler, sonsuz bir rehavet…
Ve nihayet ödüller, yani mide: Yerli ve yabancı her türlü meşrubat, kaynaşmayı artıran çubuk krakerler, tatlılar, colalar, bisküviler, maklubeler, çiğ köfteler, henüz fırından çıkmış taze yumuşacık ekmekler, -tabiî ki eskiler tedavülden kalkıyor, yani çöpe- ve nihayet baki kalan: Mazbaha haline gelmiş bir mutfak, kaşıklar, çatallar, ekmek kırıntıları ve yemek artıkları…
Sonuç: En büyük farz olan istişareyi eda. Öyle ya istişare farzdı, farza giden yollarda farzdı. Yani yemekler, tatlılar, hazırlıklar hepsi bu farzın hakkıyla ifası için birer basamak. “Amaca ulaştıran her araç meşrudur” fehvasınca bunlar da büyük farzın ilişilmez, eleştirilmez küçücük birer parçası.
Bir fasıl: Mide büyüdükçe düşünce küçülür, bedenin hacmi artıkça ruhun letafeti kaçar, madde ortaya çıktıkça mana gizlenir, uzviyet artıkça, kalp fakirleşir. Ve sonra kesretle (çoklukla) övünme hastalığı. Elindeyse, yani sıkıysa siz de bizim kadar abone toplayın. Var mı tek bir gazeteniz, yurdunuz, kolejiniz veya üniversiteniz?
Bir dakika kardeşim! Biz bize yeter değil miyiz? Bizim bizden başka dostumuz var mı? Müslümanların bir bedenin uzuvları gibi bir birlik ve bütünlük sergilemeleri gerekmiyor mu? Kerim olan mukaddes kitabımız bu vahdeti tavsiye etmiyor mu? Önemli olan hakkın rızası ve istikamet değil mi?
Alaylı bir tebessüm ve tarihi cevap: “Siz, zamanı idrak edememiş zavallı bir topluluksunuz.” Zamanı idrak! yani çokluk, zoraki abonelikler, saçma dahi olsa sonuna kadar itaat, fabrika gibi çalışan mideler sonra birazcık maneviyat ve dua. Mışıl mışıl bir uyku ve rüya. İyi geceler!
Ey mesut!
Ey talihli!
Ey seçilmiş!
Ve dahi aldanmış!
(Yozgat, 2009)