Birey devlet ilişkileri açısından bireyi ele aldığımız zaman ilim adamlarının bireylerden oluşan toplumların meydana getirdiği en gelişmiş örgüt ve organizasyon olan devletin bireyin hizmetinde olması gerektiğini savundukları görülür. İslam bilginleri ve filozofları da bütün organizasyonların amacının bireye hizmet etmek olduğunda hemfikirdirler.
Devletin amacı insanları bir arada yaşatmaya çalışmak ve aralarındaki problemleri adalet ve hakkaniyet ölçüleri içinde çözmeye yardımcı olmaktır. Problemler elbette ki bireyseldir. Devlet fertler arasında cereyan eden hak ihlallerini gidermeyi amaçlar. Devletin insanları bir arada yaşatmak için gerekli olduğu kesindir. Ancak devlet-toplum ve toplum-birey ilişkilerinin ölçülerini ve sınırlarını belirleme çalışmaları filozoflar tarafından kısmen yapılmıştır. Kısmen dememizin sebebi henüz bu konuda tüm sorunların çözümlenememiş olmasıdır. Problemlerimiz şunlardır: “Devlet toplumun haklarını mı koruyacaktır, yoksa bireyin hakkını mı koruyacaktır?” “Devlet mi kutsaldır, yoksa birey mi kutsaldır?” “Birey devlete mi hizmet edecektir, devlet mi bireye hizmet edecektir?” “Devlet mi korunacak, yoksa birey mi korunacaktır?” “Devlet hakkı mı önemlidir yoksa birey hakkı mı?” “Devlet için fertlerin feda edilmesi doğru mudur?” “Devlet kendini korumak için mi vardır, yoksa fertleri ve bireyleri mi koruyacaktır?”
Konuya “Devletin toplumsal ilişkileri düzenleme amacı ne olmalıdır?” sorusuna cevap aramakla başlamalıyız. Bütün parçaların toplamından ibaret değildir, ondan fazla bir şeydir. Toplum da bireylerin toplamından ibaret değildir, daha fazla ve farklı bir bütündür. Toplumun bir şahs-ı manevisi vardır. Beraber yaşamanın sağladığı avantajlar ve oluşturduğu sinerjiyi inkâr edemeyiz. Ancak bütün bunların amacı bireyin mutluluğu mudur veya başka bir şey midir?
Totaliter baskıcı yönetim biçimleri daima “toplumun çıkarı” ve “kamu düzeni” ilkelerini öne çıkarırlar. Yaptıklarını meşrulaştırmak için toplumun çıkarlarını koruduklarını söyleyerek toplumun çıkarı için fertlerin feda edilebileceğini ve bunun için yaptıklarının meşru olduğunu savunurlar. Kurdukları yönetim biçimleri ile devleti toplum ile özdeşleştirir ve toplumun iyiliği adına bireyi ve birey haklarını baskı altına alırlar. Kamu düzeni için bireylerin hak ve hürriyetleri baskı altına alınır ve yasaklar ile etrafları çevrilerek fertlerin hürriyetleri dar bir alana hapsedilir.
Ortaçağda batı dünyasında devletlerin gücünün İlâhî kaynaktan aldığını söyleyen kiliseye bağlı kralların ve krallara hâkimiyetin kaynağını ilâhî otoriteye dayandırmak gerektiğini öğreten kilise mensuplarının “Teokratik” yönetimlerinde birey yalnızca birer uyruktu. Amaçlarının İlâhî adaleti gerçekleştirmek olduğunu söylüyorlardı. Ama bunun dayanakları sadece kendi düşünceleri idi. Kutsal kitaplarda bu konuda bir emir bulunmuyordu. Dini ellerine alanlar din adına dinde olmayan hususları heva ve heveslerine göre ortaya çıkararak bireyleri ve toplumu baskı altına almaya ve bunun arkasında kendi çıkarlarına hizmet etmeyi amaçlamışlardır. Dinin tahribi ve tahrifi ile insanlara haksızlık ve zulümler bu şekilde yapılmıştır.
Nihayet insanlık hak ve hürriyetlerinin farkına vararak demokratik bir yönetim biçimini ortaya koymuştur. Demokratik olmayan yönetim şekillerinde birey yoktur; bireyin varlığı sadece bütünün bir parçası olmaktır.
Hak ve adalet, bireyin haklarını bütün adına ve kendini bütünle özdeşleştiren devlet adına feda etmez. Bireyin kendine has hakları vardır. Ancak bu haklar bireye topluma ve devlete karşı da bir takım yükümlülükler ve görevler yükler. Devlet de bireyin temel hak ve özgürlüklerini güvence altına almak zorundadır. Birey de vergi vererek, askere giderek, idarecilere itaat içinde bulunarak, toplum kurallarına ve yasalara uygun davranarak devlete ve topluma karşı görevlerini yerine getirmekle yükümlüdür.
Günümüzde birey-devlet ilişkilerinin, karşılıklı hakların ve ilişkilerin ortaya çıkardığı problemlerin çözümü “Demokratik Hukuk Devleti” kavramında saklıdır. Hukuk devletinde devlet kendi başına bütünle özdeşleştiren ve kendi başına bir amaç haline gelen baş edilemez bir güç değildir. Aksine bireyin kendilerini geliştiren ve bireyin haklarını koruyan, temel hak ve özgürlükleri kullanabilmelerine imkân sağlayan bir kurumdur.
Bu konuda İslam filozoflarının ve bilginlerinin katkısını göz ardı edilemez. İslam bilginlerinin eserleri ve devlet içinde etkinlikleri, güçlü ve âdil yönetimlerin oluşmasına kaynaklık etmiştir. Yusuf Has Hacip “Kutatgu Bilig” (Mutluluk Bilgisi), Farabi “Medinetu’l-Fazıla”, Gazali “Nasihatu’l-Mülûk”, Mâverdi “Ahkâm-ı Sultaniye”, İbn-i Haldun “Mukaddime”, Ebu Yusuf “Kitabu’l-Harac” gibi eserlerle “Âdil devletin” prensiplerini ortaya koymuşlar ve batı filozoflarına ilham kaynağı olmuşlardır.
İslam bilginleri genellikle “Bireyin hakkı” noktasına odaklanmışlardır. Daha sonra demokratik hukuk devleti konusunda İslam bilginlerinin açılım yapmamaları batıdaki gibi hak ihlallerinin İslam dünyasında yaşanmaması ve batıda kralların ve şövalyelerin uyguladığı baskıcı idarelerin olmaması ve âdil devlet yapısının kurulmuş olmasıdır.
Batıda ise bu konuda önemli açılımlar yapan filozofların başında John Locke (Loke) gelir. Locke batıda yöneticilerin baskısından bireyi ve toplumu korumak için yönetim erkini ikiye ayırmayı düşünür. “İnsanların devlet kurmalarının amacının canlarını, mallarını ve özgürlüklerini korumaktır. Bunun için yasaları yapanların yürütme erkini de tekellerine almaları tehlikelidir. Kendileri yaptıkları yasaların üstünde görenler toplumu ve bireyleri tehlikeye atabilirler. Yasaları kendi çıkarları doğrultusunda yapabilirler. Bunun için yasama ile yürütmenin ayrılması gerekir. Buna “güçler ayrılığı” denir” diyerek bunun gereğini savunmuştur.
Locke göre bireylerin devlet ile yaptıkları sözleşme gereği doğal hakların çiğnenmesi durumunda yargılama ve ceza verme hakkı devlete verilmiştir. Ama devredilen doğal haklar değildir. Bundan dolayı yönetim hakkı mutlak ve sınırsız değildir. İdareci, yani devlet bireyin temel doğal haklarını korumak için bu görevi üslenmiştir. Yoksa bireyler ve toplum üzerinde mutlak egemenliği söz konusu değildir. Yönetim görevini kötüye kullandığı takdirde halkın yönetime verdiği yasama, yürütme ve yargı hakkını geri alarak başkalarına verme hakkı doğar.