Allah lafza-i celali bütün isimleri tazammun eder.
Lâ ilahe illallah diyen biri lâ halıka illallah, lâ Rahime illallah, lâ müdebbire illallah… ilaahir demiş olur.
İnsan ömrü boyunca Kahhar ellerden Rahman ellere, Basit ismi dairesinden Kabıd ismi dairesine halden hale seyeran eder. Hangi ismin hükmü altına girmiş olursa olsun değişmeyen bir gerçek vardır ki; her daim tevhid dairesi içindedir. Hiç bir mahlukun gücü yetmez ki mülkünden harice çıksın.
Buraya kadar zikrettiklerimiz ilmî temellerdir hakikattirler. Peki bu hakikatlere şuur noktasında neredeyiz?
Her daim esmanın tecellilerine mazhar olduğumuzun hatta bir adım daha öteye gitsek varlığımızın Esmadan tereşşuh ettiğinin ne kadar farkındayız? Peki ne yapsak?
Sofraya oturunca Rezzak, mülevvin, mukaddir, hakim, kerim ila ahir isimlerini düşünüp, temizlik yaparken Kuddüs ismini hatırlasak insanî tekâmülümüze bir katkısı olur mu?
Aklımızı, fikrimizi bu konular ile meşgul etmekse derdimiz bu işimize yarayabilir. Ama insanî arşa çıkmak, başı boş olmadığımızı hissetmek, Allah’ın varlık ve birliğine yakîn kazanmak istiyorsak daha fazlasına ihtiyaç var.
Kalble birlikte çalışmayan bir akıl hele böyle bir zamanda bizi perişan eder. Akılsız kalb de mecnun eder. Ancak akılla kalbi mezc eder birleştirirsek insaniyete layık bir istikameti bulabiliriz.
Bu zamanda kendi akıl ve kalbimiz de bize kâfi değil. Şahs-ı manevinin dairesine girmekle sele kapılmaktan, lavlarda ihrak olmaktan kurtulabiliriz. Peki nerede şahs ı manevî?
Barla Lahikasında var ona bir şüphem yok. Üç nur talebesi bir araya gelen her yerde de var ama… Tekrar konumuza dönelim.
İlmen Esma ile olan bağımızı bilmekle beraber kalben imanla Allah’a bağlanmak bir arada olmalı ki “Benim mahiyetim baki ve sermedi bir ismin gölgesi olur daha ölmez” noktasına gelelim.
Şu asırda ve bu eğitim sisteminde aklımızı çalıştırmak noktasında bir eksiğimiz yok. Fakat fazlamız var. Aklı esasen bizim insani gelişimimize hiç de hizmet etmeyecek bir tarz ile ve hayvanlardan aşağı inecek şekilde kullanmakta mahiriz.
Kalbi işlettirmek konusunda, hâl ehli ile hemhâl olmak noktasında ise epey fakiriz. Bunun için kitaplarla olan bağımız daha ve daha sıkı olmak zorunda.
Risale-i Nur’un içinde velayet nurları da var. Bizim bundan mahrumiyetimizin ise çeşitli sebebleri var. Esas-ı velayeti de muhafaza eden Risale-i Nur’a fazla malumat ile dolu ve menfaatine ve lezzete odaklanmış bir akılla muhatap olunca acib neticeler husule geliyor.
İnsanın her adımda "peki ne yapacağız, peki ne yapacağız" diyesi geliyor. Sabri Ağabeyin tabiri ile usul-ü bey-ü şira (alım satım âdabı) konusunda maharet kazanmamız gerek belki.
Esasen her bir ferdin "peki ne yapacağız" sualini Risale-i Nur’a sorduğunda aldığı hususi bir cevabı var ve olmalı da. Kendi manevi ihtiyaçları ve istidatları muvacehesinde her bir fert Risale-i Nur’dan cevabını bulur ve bulmalı. Zira benim içtiğim ilaç senin karın ağrını kesmez… Kendi yarasını Risale-i Nur ile tedavi edemeyen başkasına ne kadar servis edebilir ki.
Konumuza dönmüş idik ayrılmayalım. Bismillah her hayrın başıdır. Ademden vücuda çıkarılan her anım Esma iledir. Bi ismi Allah. İmanımdaki yakînim ne kadar fazla ise aklen bu hakikati ihata etmem de o denli kolaydır. Zira nur ile görürüz, zulmet ise örter, kapatır göstermez.
Kalbimdeki iman nuru ne kadar parlarsa aklımdakiler de bana daha net görünmeye başlar. Bu iman nuru zulmeti def edecek kadar parlamadan aklımın meseleleri net idrak etmesini ve gözümün güzel görmesini bekleyebilir miyim?