Cumartesi günü, Başbakanın Ak Parti Genel Başkanı sıfatıyla partisinin 3. Olağan Kongresinde yaptığı konuşmayı izlerken, içimde bir kırılma hissettim.
Sonra anladım ki ben yalnız değilim. Bir çok insanın dikkatini çekmiş. O cümle şuydu:
“Görüşlerini kabul edersiniz etmezsiniz ama Ahmed-i Hani'siz, Bitlisli Said Nursi'siz bir Türkiye'nin maneviyatı noksan kalır."
Diğer hiçbir ismin başına bir ‘çekince’ getirilmemesine rağmen, Said Nursi için böyle bir çekince konması, onun adının ‘seversiniz sevmezsiniz…” gibi bir ifadenin ardından anılması bana önce ‘kadirbilmezlik’ gibi geldi baştan.
“Eyvah”, dedim, “bu cümle birçok insani incitir”
Ben incinmiştim çünkü. Sonra düşündüm, teenniyle. Aklıma geldi ki, orada sayılan diğer isimlerin hiç biri, ‘rejim düşmanı’(!) sıfatın haiz değil. Oysa Bediuzzaman, ta bidayetinden itibaren, rejimin en önde gelenleri tarafından ‘gerçek hasım’ bilinmiş!
O ‘meşru’ bir meşrutiyet savunucusu, cumhuriyet sevdalısı ‘hakiki demokrat’ olduğu, ikinci hayat devresinde ‘şeytandan Allaha sığınırcasına’ siyasetten uzak durduğu halde ‘rejimin sahipleri’ tarafından sürekli ‘gerici’ bir ‘rejim düşmanı’ diye lanse edilmiştir. En çok ondan korkmuşlar, en çok onu rasat etmişler, en çok ondan endişe duymuşlar ki, o bizim dünyamıza ilişirse bize zarar verir diye…
Hatırlayın, İsmet İnönü, Demirel karşısında mağlup olduğunda “Beni Nurcular yıktı” demişti.
Evet, Bediuzzaman, maalesef bu rejim açısından ‘Dersu Uzala’nın kaplanı’ gibiydi. Sonunda Dersu’yu o korktuğu kaplan öldürmedi tabii ama ondan korunayım diye elinden düşürmediği silahını elinden almak için birileri onu öldürdü...
Bediuzzaman bir siyasetçi değildi. Rejime de ilişmedi. Ama sevmedi de. Kendisini Kuran hizmetine adamıştı. Açtığı maneviyat çığırı, başlattığı iman hareketi, halkın arasında, kanunlar ve dayatmalarla ayakta tutulmak istenen bir takım ilkelerden daha çok taraftar bulduğu için onu sevmiyorlardı. Onu, Kemalist rejimin alternatifi veya karşıtı diye yaftaladılar yıllarca... Onun adını anmak, onun taraftarı olmak vatandaşlık haklarından bile mahrum olmak için yeterdi….
Şimdi ise bir siyasetçi çıkıp onun ismini anıyordu. Hem de Atatürk posterlerinin önünde… Bu ne müthiş bir açılım…
Birileri de kızıyor ki neden ‘sevseniz de sevmeseniz de…’ gibi bir ifade kullandı diye… Elbette karşı tarafın da hassasiyetini dikkate almak gerekiyordu.
Ben önce kendi nefsimi yatıştırdım. Sonra “Bravo başbakana, gerçek bir açılım yapıyor” dedim kendi kendime. “Tehevvüre kapılmıyor. Her kesimin nabzını tutuyor, biliyor, incitmemeye çalışıyor” dedim. Siz de öyle düşünün ve başbakanımıza haksızlık yapmayın…
Böyle zamanlarda, hissiyatla hareket edilmez. Çünkü oturmuş, kemikleşmiş yargıları bir çırpıda değiştirmek mümkün değildir. Dolayısıyla, laikçi Kemalistlerin ‘Said Nursi’ isminden rahatsızlanmaları makul olmasa da kabul edilebilir bir şeydir. İşte başbakan bu hassasiyeti sergilemiştir.
Mesela Kemalistlere “Öcalan mı, Nursi mi?” –bu iki ismi bir arada anmak istemezdim- diye bir teklifte bulunsanız, sanırım çoğu, Bediuzzaman’ın fikirlerinin sakin ortamında yaşamaktansa, terörle birlikte yaşamayı tercih ederler. Çünkü APO’nun felsefesi ile Kemalistlerin felsefesi aynıdır. Nitekim laiklik söz konusu olduğunda bir ve beraber hareket etmekte beis görmediler.
Dolayısıyla, Başbakan, -benzetmede hata olmasın- Apo’nun isminin önüne Sayın kelimesini getirseydi, Said Nursi’nin adının önüne çekince koyarak onu anmasından daha büyük bir açılım yapmazdı Kemalistler açısından. Belki bu kadar rejim elden gidiyor telaşına da kapılmazlardı…
İki gündür değişik telefonlar alıyorum. İnsanlar tepkilerini, gücenmişliklerini dile getiriyorlar… ‘Üstadımız, bu ön takılarla anılmayı hak etmiyor’ diyorlar ama unutuyorlar ki, bu 80 yıllık bir kavganın restore edilmesi hareketidir. Çünkü Kemalist ve Türkçü sitelerde de, ‘Başbakan, onun adını nasıl anar’ diye yaygara koparıyorlar…
Kabul etmeliyiz ki ‘Said’ kelimesi yıllarca, bu rejimin ‘anti partikül’ü sanılmıştır. Şimdi Ak Parti hükümeti, geçmiş yaraları kapatırken, neden yeni yaralanmalara yol açsındı ki?
‘Eski komünist’lerin, ‘vatan hainleri’nin, ‘Kürtçülerin’, ‘devrimcilerin’, gönlü alınırken, neden yeni mağdurlar yaratılsın ki. Elbette Kemalistlerin de gönlünü kırmamak gerekirdi! Dolayısıyla böyle ihtiyatlı olmak gerekirdi…
Dolayısıyla Başbakan’a haksızlık etmeyelim. Laik bir hukuk devletinin başbakanı gibi davrandı ve konuştu. Eski bazı siyasetçilerin yaptığı gibi cami kürsüsünde vaaz eden vaiz gibi davranmadı. Veya cemaatin lideri gibi… Kendini kaptırıp, Menderes gibi “Siz hilafeti bile getirirsiniz’ mi deseydi. Asıl o zaman yanlış yapmış olurdu.
* * *
Kazanan O Oldu…
Bediuzzaman bir siyasetçi değil. Bir iman eri, bir Hak dostu... Dünyanın tantanasına, hubb-u cahına, siyasetine, nimetine değer verseydi, onu da elde ederdi. Onun davası, imandı. “Şu milletin imanını selamette görsem, cehennem ateşleri içinde yanmaya razıyım’ diyordu.
Eşref Edip’e verdiği mülakatta adeta şöyle feryat ediyordu:
“…… Bana, ‘Sen şuna buna niçin sataştın?’ diyorlar. Farkında değilim. Karşımda müthiş bir yangın var. Alevleri göklere yükseliyor. İçinde evlâdım yanıyor, imanım tutuşmuş yanıyor. O yangını söndürmeye, imanımı kurtarmaya koşuyorum. Yolda biri beni kösteklemek istemiş de ayağım ona çarpmış; ne ehemmiyeti var? O müthiş yangın karşısında bu küçük hâdise bir kıymet ifade eder mi? Dar düşünceler, dar görüşler!
Beni, nefsini kurtarmayı düşünen kendini düşünen bir adam mı zannediyorlar? Ben, cemiyetin imanını kurtarmak yolunda dünyamı da feda ettim, âhiretimi de. Seksen küsur senelik bütün hayatımda dünya zevki namına bir şey bilmiyorum. Bütün ömrüm harp meydanlarında, esaret zindanlarında yahut memleket hapishanelerinde, memleket mahkemelerinde geçti.
Çekmediğim cefa, görmediğim eza kalmadı. Divan-ı harplerde bir câni gibi muamele gördüm; bir serseri gibi memleket memleket sürgüne yollandım. Memleket zindanlarında aylarca ihtilâttan (görüşme, konuşma) men edildim. Defalarca zehirlendim. Türlü türlü hakaretlere mâruz kaldım. Zaman oldu ki, hayattan bin defa ziyade ölümü tercih ettim. Eğer dinim intihardan beni men etmeseydi, belki bugün Said topraklar altında çürümüş gitmişti.”
“İşte benim bütün hayatım böyle zahmet ve meşakkatle, felâket ve musibetle geçti. Cemiyetin imanı, saadet ve selâmeti yolunda nefsimi de dünyamı da feda ettim. Helâl olsun. Onlara beddua bile etmiyorum….. Gözümde ne Cennet sevdası var, ne Cehennem korkusu. Cemiyetin, yirmi beş milyon Türk cemiyetinin imanı namına bir Said değil, bin Said feda olsun. Kur’ân’ımız yeryüzünde cemaatsiz kalırsa, Cenneti de istemem; orası da bana zindan olur. Milletimizin imanını selâmette görürsem, Cehennemin alevleri içinde yanmaya razıyım. Çünkü vücudum yanarken, gönlüm gül-gülistan olur.” (Tarihçe-i Hayat, s. 571)
Haber 7