Geçtiğimiz Cumartesi günü Risale Akademi’de Said Özdemir ve Mehmet Kırkıncı Hoca Efendilerin anma toplantısı vardı. Ben Kırkıncı Hoca’nın ilmi cephesi üzerine konuşacaktım, bir kaç gün bir metin üzerinde çalıştım, bir portre ortaya çıkarmaya çalıştım. Orada konuşan muhtelif zevat vardı, hepsi konuya ilgi duymuş ve gelmişlerdi.
Özellikle batıda biyografi yani bir kişinin hayatının ayrıntısı, ilgileri, kültürü, okuduğu kitaplar, etkilendiği kişiler, etkiledikleri, mekanlar, zaman, arkadaşları, sayısız unsurlar bir kişinin kişisel ve sanatçı portresinin ortaya çıkmasını sağlar. Yıllardır gördüğüm tek şey insanların bir kayıt tutmadan sadece hafızanın hatırladıkları ile yetinmeleri ve konuşmalarıdır. Halbuki anılan kişiler gerçekten büyük işler yapmış, olağan olmayan faaliyetlerde bulunmuşlar. Özellikle televizyonda kendisiyle konuşmalar yapmış bir arkadaşın konuşmalarında sadece hayranlık ifade eden cümleler gördüm. Halbuki sayısız konuşmalar sırasında çok özel biyografi kırıntıları bulunur ve bunlar tevhid edilirse ortaya güzel biyografiler çıkar.
Namık Kemal’in biyografisini üç cilt halinde Mithat Cemal yapmış, ben onu uluslararası Namık Kemal sempozyumunda tanıtmıştım. Sempozyum tarihi ile anlatım günü arasında çok kısa bir hafta vardı, üç kitabı da okumam ve özetlemem gerekti. Gözlerim kanlandı, zannedersem üç bin sahifelik bu üç cilt kitaptı.
Henry Troyat isimli Fransa’da yaşayan Rus asıllı bir biyograf, Dostoyevski ve Tolstoy’un biyografilerini yazmış. Tolstoy’un bütün hayat ayrıntısına girmiş bin sahifelik bir kitap yazmış, bir ömür vermiş desem azdır. Ama insanlara değer vermek lafla olmaz ki. Aynı adam Dostoyevski’nin hayatını da yazmış, o da aynı hassasiyetle yazılmış, adeta sanki onun arkasında yaşamış görmüş gibi yazmış.
Bu kitapları ben Batı edebiyatı dersinde öğrenciye zorla okuttum. Çünkü bir büyük insanın, sanatçının hayatını okurken insan nelere dikkat edildiğini, nasıl yetiştiğini görür. Günlük hayatın 200-300 kelime dağarcığı ile değil, yüzlerce, binlerce cümle okuyarak dili gelişir, bakmasını, görmesini, yazmasını öğrenir.
Bir ünlü biyograf da Stefan Zwayk. O da Balzac’a yirmi beş yıl çalışmış, bu sekiz yüz sahifelik kitabı bu sene batı edebiyatı dersinde okuttum, çocukların içinde onu ayrıntılı okuyup sayfalarca değerlendirme yapanlar çıktı.
Ben de Türkiye’de en çok biyografi çalışan bir adamım. Nabizade Nazım, romancı ve hikayeci, asker. Onun için askeri arşivden yarım sayfa bilgi çıkartana kadar saatlerce genelkurmayın arşiv sorumluları generallerle konuştum. Nihayet bir sorun olmayacağına inandılar, bilgi verdiler. Çünkü 1863’te doğmuş 93’te ölmüş bir adamın hayatının hiçbir sır mahiyeti olamazdı. Ondan sonra Tercüman-ı Hakikatte Ahmet Mithat Efendi’nin elli yıllık yazarlık hayatını takip edip bütün makalelerini, yazılarını ortaya çıkardım ve onunla ilgili bir kitap yazdım. Ama biyografiyi yazmadım, sadece bir karkas ortaya koydum. Daha sonra Ahmet Kutsi Tecer’e çalıştım. Tam 25 yıl kendi paramla bir kitap ortaya çıkardım. Sanatın, sanatçının, çalışanın bu ülkedeki yeri bu kadarcık. Ama olsun.
Bu yüzden Bediüzzaman ve talebelerinin hayatları konusundaki bitmez tükenmez ayrıntıyı görüp bunların bir biyografi kültürü altında birleştirilmesini yapmak gerekir. Sadece hayranlıkla olmaz biraz ciddi olmalı. Sürekli elimizde kalem ve not kağıtları ve bunları bir araya getirip bir metin ortaya koymak lazım.
Gerek Kırkıncı Hoca ve Gerek Said Özdemir ağabey hakkında dağınık halde çok bilgi ve biyografi parçaları var. İnsanlar konuşmak için geldikleri yerde, ellerinde notlar, değerlendirmeler olmalı. Böyle olsa anma günü daha canlı olur, konuşmalar, tartışmalar olur. O zaman da hareketlilik ve onun doğurduğu sıcaklık ve kucaklayıcılık olur.